Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Bazı filmler şehirleri gösterir, bazıları ise şehirlerin neye benzediğini hissettirir. Bir Zamanlar Anadolu’da, ikinciyi yapar. Seyirciye Kırıkkale’yi göstermez ama bozkırın ne olduğunu, onun içinde yaşayan insanların hangi karanlıklarla boğuştuğunu damarına kadar hissettirir.
Filmin büyük bir bölümü gece geçer. Kırıkkale ile Yozgat arasında, soğuk, taşlı, kurak topraklarda… Bir ceset aranır ama aslında herkes kendini arar. Mekân değiştikçe cesede yaklaşılmaz, vicdana yaklaşılır. İşte bozkır bu yüzden sadece bir arka plan değildir, bir karakterdir.
Bir polis aracının farları arazide yankılandığında, kamera oradan çekilmez. Bir çukurun başında durulur, sessizce soluk alınır. Çünkü bu filmde mekan, bir nesne değil, bir tanık gibidir. O taşlar, o rüzgarla savrulan otlar, o mezar çukuru… Hepsi bir şey görmüştür, bir şey bilir ama konuşmazlar. Tıpkı filmdeki karakterler gibi...
Ben bu filmi ilk kez izlediğimde, haritada parmağımı götürmeden Kırıkkale’nin çevresini tanıdım. O gece boyunca dönülen tepeleri, ulaşılmak istenen ama unutulan kuyuları, bozkırın kıpırtısız genişliğini... Bu benim çocukluğumdu. Filmin geçtiği yerler, benim geçtiğim yerlerdi. Ama işin garibi, film boyunca tanıdık hiçbir bina, hiçbir sokak görmememe rağmen şehrimi hissettim. Çünkü film, şehrin varlığını değil, ağırlığını anlatıyordu.
Bozkır, burada bir coğrafi alan değil, bir psikolojik alan olarak kodlanmış. İçinde zamanın akmadığı, sabahın gelmediği, sesin yankılanmadığı bir düzlem. Karakterler yürür ama ilerlemez. Konuşurlar ama açılmazlar. Kamera döner ama çözülmez. Film boyunca şehirle ilgili tek net bilgi, onun uzaklığıdır. Cesedin "şehrin dışında bir yere" gömülmüş olması bile bu kopuşu temsil eder.
Savcı, doktor, komiser… Hepsi başka şehirlerden gelmiştir ama hepsi burada kalmış gibidir. Sanki yolları Kırıkkale’ye düşmemiş, çökmüştür. O yolların tozu, hepsinin gözüne kaçmış gibidir. Bozkır onları boğmaz; zaten boğulmuşlardır. Bozkır sadece onların içine bakmaları için gereken sessizliği sağlar.
Bu noktada Nuri Bilge Ceylan’ın mekan kullanımı devreye girer. Geniş planlar, kadrajın neredeyse karakterleri yutacak kadar büyük tutulması... Bunlar doğrudan insan-yer ilişkisini ters yüz eder. Normalde karakterler mekânı belirler; burada ise mekân karakteri belirler. Filmdeki savcı, Kırıkkale’nin sertliğini taşır. Komiser, bozkırın inatçılığıyla baş etmeye çalışır. Doktor ise sadece tanık olur; çünkü o, dışarıdan gelmiş ama içeride kalmıştır.
Ve film, sabaha doğru çözülür. Ceset bulunur. Gün doğar. Ama kimse aydınlanmaz. Çünkü bozkırın aydınlığı, karanlıktan farklı değildir. Hâlâ aynı sessizlik. Hâlâ aynı suçsuzluk hissi. O yüzden Bir Zamanlar Anadolu’da, cesedi bulma hikâyesi değil, bozkırın içinde insan kaybetme hikâyesidir.
Benim için bu filmde şehir, asla başlamaz. Film de asla bitmez. İkisi de yerde yatan ceset gibi orada, o taşların altında kalır.
Anadolu’da olmak: Bozkırın derin uykusu
Anadolu, birçok anlatıda umutla eşleştirilmiştir. Duru bir doğa, samimi insanlar, dayanışma, misafirperverlik... Ama Bir Zamanlar Anadolu’da, bu klişeleri parmak ucuyla bile okşamaz. O, bozkırın ortasında kendi kaderine terk edilmiş bir ülkenin, içten içe çürüyen hâlini anlatır. Sessizliğin içindeki kokuyu fark etmek gibi... Görünmeyeni değil, hissedileni izlettirir bize.
Bozkırda anlatılan hikâye, sadece bir ceset arama süreci değildir. Aynı zamanda bir ülkenin “gömme alışkanlığı”nı da yansıtır. Burada insanlar konuşmaz, hesap sormaz, yarım bırakır. Ve yarım bırakılan her şey, toprağa gömülür. Suçlar, pişmanlıklar, hatıralar, hepsi bir mezar çukuru kadar sessizce örtülür.
Komiser Naci karakteri, görevini yapıyor gibi görünür. Ama o da bilmektedir ki bu memleketin suçları, mahkeme salonlarında değil, köy kahvelerinde çözülür. Emirle, dostlukla, sessizlikle. Film boyunca sinirli, aceleci ve kaygılıdır. Çünkü görevini değil, aslında kendini sürdürmeye çalışır. Naci’nin öfkesi, çözülemeyen sistemin değil, kendi hayatının çözülememişliğidir.
Savcı Nusret ise bambaşka bir trajedi taşır. Onun içindeki çürüme daha derin, daha sessizdir. Film boyunca elindeki notlara bakar, geçmişten cümleler çıkarır, tanıklık eder ama asla müdahale etmez. Tıpkı Anadolu’daki birçok yetkili gibi, görür ama değiştiremez. Ya da daha doğrusu, değiştirmek istemez. Çünkü değişim, bedel ister.
Doktor Cemal karakteri ise tam anlamıyla “şehirli”dir. Kendi dünyasında rasyonel kalmaya çalışan ama Anadolu’nun içine girdikçe o rasyonalitenin çatladığını gören biridir. Gözlüğünü düzeltir, usulca izler, sorular sorar. Ama en çok da cevaplardan korkar. Çünkü bu toprakta bilgi, güç değil, yük getirir. Ve doktor, yük almamak için susar.
Film, yolsuzluğu, adaletsizliği, sistemin çarklarındaki pası doğrudan söylemez. Ama her sahnesinde duyurur. Örneğin cesedin bulunduğu anda kimsenin şaşırmaması. Ya da katilin söyledikleriyle kimsenin hesap sormaması. Herkes sanki ne olacağını baştan bilmektedir. Çünkü Anadolu’da bazı hikâyelerin sonu yoktur; hep aynı şekilde başlar, aynı şekilde biter. Suçlu bellidir, adalet şeklen uygulanır, insanlar sırayla susar.
Bu coğrafyada yargı, bazen bir çay molası kadar gevşektir. Hatalar, bir gece karanlığında kaybolur. Vicdan, sabaha bırakılır. Ve sabah geldiğinde hiç yaşanmamış gibi devam edilir.
Bozkırın sessizliği, aslında bir itiraf biçimidir. Kimse bağırmaz çünkü herkes içinden konuşur. Ve herkes içinden konuştuğu için, hiç kimse duymaz.
Bir Zamanlar Anadolu’da, işte bu içsel çürümeyi anlatır. Bu çürüme öyle sessizdir ki onu fark etmek için dikkatle bakmak, uzun uzun susmak gerekir. Film boyunca yapılan kazılar, sadece bir ceset için değildir. O çukurlar, aslında karakterlerin içini açar. Gömerken ortaya çıkanlar, sadece kemikler değil, insanın gömdüğü kendisidir.
Anadolu’da olmak, bu filmde bir coğrafyada bulunmak değil, bir kaderi taşımaktır. Bozkır, o kaderin sessiz haritasıdır. Yol göstermez ama iz bırakır. Bir kere o topraklara basarsan, ayak izlerin değil, gölgen kalır.
Şehir ve film arasında yansımalar: Görünmeyen şehrin hafızası
Kırıkkale’de çocuk olmak, sesin sesini bastırmadığı bir boşluğun içinde büyümek demekti. Benim çocukluğum Kırıkkale’nin sessizliğinde geçti. Gerçekten. Okulda konuşmazdım. Sesimi duyan kimse yoktu çünkü ben de duymuyordum. Sessizlik, bir tür örtü gibiydi üzerimde. Ne bağıran vardı ne soran. Bozkırın ortasında kurulmuş bir şehirde, insanlar konuşmaz, sadece bakarlardı. Ve ben de bakmayı öğrendim; dinlemeden önce.
Yıllar sonra Bir Zamanlar Anadolu’dayı izlediğimde, bozkırın o tarifsiz sessizliğinde sadece karakterleri değil, kendimi yürürken buldum. Ben o gece arabasının farlarıyla toprak yolda ilerleyen doktor değilim belki, ama ben de çocukken çarşıda yürürken M.K.E. patlamıştı. Hepimiz kendimizi yere attık. Camlar yağmur gibi üzerimize yağdı. Patlamadan sonra bir sessizlik oldu. Öyle bir sessizlik ki, insanın kulağında çınlayan bir boşluk bıraktı. İşte o boşluk, hâlâ içimde bir yerlerde durur.
Kırıkkale tuhaf bir yalnızlıktı. Kalabalığın olmadığı bir yalnızlık değil, duygunun ifade edilmediği bir yalnızlıktı. Herkes birbirini tanırdı ama kimse birbirine dokunmazdı. Elini uzatsan kaybolur gibi olurdu insanlar. İşte bu yüzden Nuri Bilge Ceylan’ın o geniş planlarında yürüyen adamlar, bana tanıdık geldi. Sanki ben de o kadrajın bir köşesinde, görünmeden, adım atmadan bekliyordum.
Bu şehir filmde görünmez, ama filmdeki her taş, her rüzgâr, her suskunluk bana Kırıkkale’yi hatırlatır. Film boyunca şehir ismi bir kez bile geçmez. Ama ben o kayalıklarda savcının duruşunu, o tepelerde komiserin hayal kırıklığını, o gece karanlığında doktorun gözlerindeki yorgunluğu gördüğümde, “burası Kırıkkale” derim içimden. Çünkü tanırım o bakışları. Benim şehrimin insanları da böyle bakar: yorgun, içeriye gömülmüş ve suskun.
Filmle şehir arasındaki ilişki birebir örtüşmez. Ama duygusal harita aynıdır. Kırıkkale’nin toprağı nasıl çatlamışsa, filmdeki karakterlerin içi de öyle çatlamıştır. O çatlaklardan ne su sızar ne umut… Sadece geçmiş sızar. Ve geçmiş, sessizlikle birlikte gelir.
Ben bu yazıyı yazarken, çocukluğumun o uzun ve sessiz öğleden sonralarını hatırlıyorum. Havanın hafif turuncuya döndüğü, çarşının bir anda boşaldığı, sadece bir fırının soba kokusunun kaldığı anları… Herkesin evine çekildiği, ama kimsenin gerçek anlamda evde olmadığı saatleri… Bir Zamanlar Anadolu’da filmi, işte bu saatlerin filmidir. Sokağa dökülmeyen hayatların, dile gelmeyen cümlelerin, içte unutulmuş duyguların anlatımıdır.
Kırıkkale bu filmde görünmez. Ama ben onu her karede hissederim. Çünkü bu şehir, bende bir görüntü değil, bir duygu bırakmıştır. Ve film de aynı şeyi yapar. Görüntü değil, duygu bırakır. İkisi aynı dili konuşur: susarak anlatmak.
Yazarın tanıklığı: Ben o filmde bir şehirdim
“Yazmaya başlamadan önce filmin bir sahnesini tekrar izledim; doktorun gözlerindeki yorgunlukta kendimin izini aradım.”
Belki de bu yüzden yazıyorum. O gözler bana bir şey söyledi. Ama ne söylediğini hâlâ tam olarak bilmiyorum. Sadece içimde eski bir sesi uyandırdı. Çocukken hiçbir zaman kelimelere dökemediklerimi... Bir masanın köşesinde sessizce oturduğumu, konuşmamamın bir eksiklik değil, bir savunma olduğunu... Ve o savunmanın hâlâ sürdüğünü hatırlattı bana.
Film boyunca doktor, gözlüklerini düzeltir, omuzlarını kısar, içine konuşur. Sanki bir yazar gibidir. Dinler ama yorum yapmaz. Görür ama hemen kayda geçmez. Sessizliğin içinde biriktirir her şeyi. Ve o sahnede – otopsi masasında eğilmişken – bir anda gözlerinden dökülen o sessizlik, yıllardır sustuğum her şeye benzedi.
Ben Kırıkkale’de büyüdüm. Ama bu şehirde büyümek, büyümek değil, yavaş yavaş içeriye çekilmek demekti. Sokaklar boştu ama sesliydi. Çünkü insanlar konuşmaz, etraf konuşurdu. Rayların çınlaması, eski fabrikaların iç geçirmesi, soba borularının hışırtısı... Hepsi birer hikâye anlatıyordu. Ve ben, bu hikâyeleri dinleye dinleye bir yazar oldum.
Ama işte sorun da burada başlıyor. Bu şehirde bir hikâyeyi dinlemek kolaydı. Anlatmak zordu. Çünkü Kırıkkale’de kelimeler hızlı yaşlanır. Henüz söylenmeden çökerler. Cümle kurarsın ama yankı bulmaz. Belki bu yüzden yazmaya geç başladım. Belki bu yüzden hâlâ her yazının ilk cümlesine geç kalırım.
Bir Zamanlar Anadolu’da filmini ilk izlediğimde, sanki biri benim iç sesimi duymuş gibi hissettim. Çocukluğumun o uzun geceleri, sokak lambalarının titrek ışığında büyüyen yalnızlığım, çarşıda patlayan sessizlik, kırılan camların çıkardığı yankı... Hepsi filmde birer görüntüye dönüşmüştü. Benim hikâyem, bir başkasının kadrajına sızmıştı.
O gece, film boyunca fark etmeden bekledim. Belki çocukluğumdaki bir sokağı göreceğim diye. Belki dükkan camlarında hâlâ durduğunu sandığım çatlakları… Ama film bana onları göstermedi. Onun yerine içimdeki şehirleri açtı. Sanki kamera dışarıyı değil, içimi çekmişti. Ve ben bu filmde şehir olarak Kırıkkale’yi değil, benim Kırıkkale’de kalmış hâlimi gördüm.
Şimdi düşünüyorum da, sinema bazen bir pencere değil, bir ayna oluyor. Hele ki suskun bir şehirden geliyorsan... O zaman film, sadece bir sanat eseri olmaktan çıkıyor. Kendine, sustuklarına, geçmişine yazılmış bir mektuba dönüşüyor.
Ben bu mektubu şimdi okuyorum. Belki biraz geç kaldım. Ama biliyorum ki bozkırda zaman geç kalınmaz. Çünkü orada hiçbir şey aceleyle başlamaz. Hiçbir şey aceleyle bitmez. Yalnızca kalır.
Şehirler kaybolur, filmler kalır mı?
Sadece bazı şehirlerin kaderi, kalmaktır.
Bozkırın ortasında, zamanın dışında, unutulmanın kenarında...
Kırıkkale, çocukluk gibi bir şehirdi. İçinden geçerken fark etmezdin. Ama bir gün uzaklaştığında, geri dönmek istemezdin. Yine de dönerdin. Çünkü insan, kendi unutulmuşluğunun kıyısına en az bir kez daha uğramak ister. Ben döndüm. Ama o şehir yoktu. Ya da belki ben, döndüğümde artık ben değildim.
Bir Zamanlar Anadolu’da, bir şehir hakkında değildi.
Ama ben o filmde şehrimi gördüm.
Belki de şehir dediğimiz şey, beton değil.
Bir bakış.
Bir çocukluk hatırası.
Bir cam kırığı sesi.
Yarıda kalmış bir cümle...
Albert Camus der ki, insan kendini gün doğumunun bile dayanılmaz berraklığında hissedebilir. Işık çoğaldıkça gerçek görünür olur, ama o gerçek katlanılır değildir. Bir Zamanlar Anadolu’da, işte bu sabaha doğru yürüyen bir filmdir. Aydınlığa çıkmak için değil. Aydınlığın da karanlık kadar sessiz ve acımasız olduğunu göstermek için.
Film bittiğinde ışıklar yanmadı içimde.
Sadece bir şey durdu.
Sanki uzun süredir zihnimde dönüp duran bir dişli sustu.
Boşluk dediğimiz şeyin, aslında en çok bizim içimizde olduğunu fark ettim.
Camus, Yabancı'da Meursault'a “Dünyanın saçmalığına rağmen her şey yolundaydı” dedirtir.
İşte Anadolu’nun bozkırı da böyle bir yerdir.
Hiçbir şey yerli yerinde değildir.
Ama kimse yer değiştirmez.
Çünkü insanlar, değişmemenin huzuruna alışmıştır.
Benim yazarlığım da belki bu alışkanlıkla başladı.
Konuşmadığım yılların tortusu, kelimelere döküldü.
Kırıkkale’nin suskunluğu, cümle aralarındaki boşluklarda yankılandı.
Ben o şehirde doğdum.
Ama o şehir artık benim içimde yaşıyor.
O bozkır artık haritada değil,
Bir filmin gecesinde değil,
Benim içimdedir.
Ve ben, o içsel coğrafyada, yıllardır bir ceset arıyorum.
Kim bilir…
Belki de aradığım, hiç gömülmemiş bir çocukluk.
Belki de hâlâ yaşıyor, nefes alıyor,
Tıpkı otopsi masasında gözünü son anda açan o adam gibi.
Şehirler kaybolur.
Bu doğaldır.
Bazıları yıkılır, bazıları silinir, bazıları yeniden kurulur.
Ama bazı şehirler…
Sessizce çekilir sahneden.
Bir kadrajda gözükmez.
Bir replikte anılmaz.
Bir yol tabelasında unutulur.
Ve sonra bir yönetmen, bir gece,
O şehri göstermeden anlatır.
İşte o zaman o şehir, sonsuza kadar kalır.
Sinema, bize ait olmayan bir hayatı izlerken, kendi hayatımıza dokunabildiğimiz yegâne aynadır.
Ve bazı aynalar kırık gelir.
Bozkır gibi.
Saklanmak gibi.
Kırıkkale gibi.
Ben bu yazıyla o aynaya baktım.
Yüzümü gördüm mü bilmiyorum.
Ama suskunluğumu gördüm.
Ve bu bana yetti.
Filmler biter.
Ama bazı hisler, son sahnede donup kalır.
Bir elmanın yuvarlanışı, bir gözlüğün buğusu,
Bir çukurun başında bekleyen o boş bakış…
İşte o anlar, filmin değil, hayatın içindedir.
Ve biz, bazen sinemadan çıkarken değil,
Yıllar sonra bir sessizliğin içinde yürürken,
O filmi hatırlarız.
Kendi iç filmimizi.
Bir Zamanlar Anadolu’da, bir film değil.
Bir coğrafyanın rüyasıydı.
Rüya derinleşince insan uyanmaz.
Yalnızca bakmayı bırakır.
Ben hâlâ bakıyorum.
Çünkü bazı şehirler kaybolmaz.
Sadece bizden içeriye geçerler.
Ve biz, fark etmeden onlara dönüşürüz.
Yorum Yaz