Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Kitap uyarlaması filmler; önce kitabı mı okumalı yoksa filmi mi izlemeli, kitapta bulduğumuz atmosferi filmde ne denli aramalı, yazarı mı okumalı, yönetmeni mi izlemeli gibi pek çok argümanla epey su götürür mevzu.
Herkesin bir ihtiyaç gibi ara ara açıp izlediği, listesindeki onca filme rağmen kendini yine bir şekilde onu izlerken bulduğu; korunaklı, sürprizden uzak, handiyse tanış olduğu karakterlerin konfor alanını bir tür sığınak bildiği bir yara bandı filmi vardır. Benim için tam da öyle bir film Bizim Büyük Çaresizliğimiz. İlk kez üniversite sınavından bir gün önce, sanki bir okunmuş pirinç gerekliliğiymiş gibi herkesin bir film izle de kafan dağılsın önerisi üzerine bahis batağına düşme riskini göze alarak bir korsan film sitesinden açıp izlemiştim. Bir Allah’ın kulu da evladım üniversite sınavından bir gün önce böyle bir film izlenmez, aklını mı kaçırdın demedi. “Kıyak abilermiş, helal olsun.” O gün bugündür; ne zaman içimde bir şekilde yarın üniversite sınavına gireceğim hissine yakın bir sıkışıklık olsa, kalbim kırılsa, bir şeyler eksilmiş gibi hissetsem, yarım kaldığımı düşünsem, çıktığımı sandığım kuyulara tekrar tekrar düşsem açar bu filmi izlerim.
Film, Barış Bıçakçı’nın aynı adlı kitabından uyarlama. Kitap uyarlaması filmler; önce kitabı mı okumalı yoksa filmi mi izlemeli, kitapta bulduğumuz atmosferi filmde ne denli aramalı, yazarı mı okumalı, yönetmeni mi izlemeli gibi pek çok argümanla epey su götürür mevzu. Bir edebiyatçı olarak oyumu ekseriyetle kitaptan yana kullanacak olsam ve Barış Bıçakçı çok sevdiğim yazarlardan biri de olsa bu filme has, aslan payını Bıçakçı’dan alıp Seyfi Teoman’a vermeyi kendime kutlu bir yol, acilen ödenmesi gereken bir borç biliyorum. Filmi kaç kez izledim bilmiyorum ama her izleyişimde Seyfi Teoman’ın sesini duymaktan kendimi bir türlü alamadım.
Film, özellikle seçildiğini düşündüğüm eski Ankara apartmanlarından birinde, bir taziye evinde başlıyor. Bu açılış önemli çünkü Seyfi Teoman’ın metnin önüne geçen incelikli sinema dehasını filmde ilk kez burada görüyoruz. Her düğün yahut cenaze evinde mutluluğu ya da hüznü başkalarına üleştirerek herkes çıktıktan sonra ışıkları kapatıp kapıyı kilitlemesi gereken biri vardır ya, hani dünyanın en kolay şeyidir belki ama insanın beline hayatının bundan sonra eskisi gibi olmayacağına dair tuhaf ve sonradan anlaşılacak bir yumru bırakıp kaçar, ne olduğunu anlayamazsın ama zehir kanına zerk olmuştur bir kere. İşte, Bıçakçı’nın kitapta bambaşka biçimde anlattığı bu sahneyi Seyfi Teoman harika bir manevrayla kucaklıyor ve evden son çıkan olma işini anne ve babasını yeni kaybetmiş Nihal’e bırakıyor. İyi bir izleyici için filmdeki karakter değişimine usul usul göz kırpan bu detayla filmin içine çekilmiş buluyoruz kendimizi.
Liseden beri çok yakın arkadaş olan Ender ve Çetin’in çocukluk hayallerini gerçekleştirip aynı evde yaşamaya başladıktan bir süre sonra hayatlarının tam ortasına pat diye düşüveriyor Nihal.
Ender ve Çetin demişken tam da burada bir parantez açmadan edemeyeceğim çünkü onların ilişkisi için farklı okumalar, başka ihtimaller, alternatif kanaatler oluşmuş olsa da ben bu konudaki tüm seslere kulaklarımı kapatıp yarın hayatının sınavına gireceğine inandırılan o kızın masumiyetiyle yalnızca onların katıksız dostluğuna inanmak istiyorum, parantezi kapattım.
Bazen kendi hayatlarımız üzerindeki kontrolü yitirdiğimizi hisettiğimiz anlar olur. Hiç beklemedik anda bir şey çıkar; birinin gelişi olabilir bu, birinin ansızın gidişi, bir kayıp, bir kazanç, bir şehre bir yabancının girişi belki, bir hikayenin yarım yamalak bitişi, boğazda yumru gibi kalmış sözler, zihinde konuşmayı sürdüren diller ve diğerleri... Bir şey olur ve biz bir şekilde hayır dememiz, olmazlanmamız gereken şeylere sakince boyun eğerken buluruz kendimizi çünkü hikâyemizin devamı böyle yazılmıştır. O andan itibaren yolumuza, bağlanan basiret olarak devam etmemiz gerekiyordur. Böyle zamanlarda alıcılarımızın ayarlarıyla oynamadan, meseleyi çok da didiklemeden kutsal kalemin merhametine sığınmaktan başka çaremiz yoktur, tıpkı Ender ve Çetin gibi... Bir çaresizlikten doğar hikâye ve daha büyük bir çaresizliğe evriliverir. Etle tırnak bu iki adam aynı kadına aşıktır artık. Anne babasının vefatını henüz atlatamamış, hayatının baharında, yakın arkadaşları Fikret tarafından kendilerine emanet edilmiş küçük kardeş Nihal’e. Birbirine derin hatta neredeyse hastalıklı bağlarla bağlı bu iki adam için mesele ikircikli bir seçime dönüşmek zorundadır artık. Aşkları büyüdükçe çaresizlikleri de büyür.
Nihal kendi yaralarını sarmaya çabalarken onlarda ne derin yaralar açtığının farkında varamaz, belki de varmak istemez. Yeni evine ve birlikte yaşadığı abilerine alışmaya başladıkça Çetin abi Çetin, Ender abi ise Ender’e oluverir.
En can alıcı sahnelerden biridir; Nihal hiç davetsiz Ender’in odasına girer, koltuğa oturur ve olağan şımarıklığı hatta bence biraz da küstahlığıyla, “Ender, benim için bir şiir yazar mısın, yaşadığım acıları ve belirsizliği anlatan bir şiir,” der. Ender, sakince elindeki kitabı kapatır ve konuşma sırası Bıçakçı’ya geçmiştir artık: “Nihalciğim, çok isterdim ama yapamam. Okumak kimilerine yazmayı öğretir bana ise yazmamayı öğretti. Şöyle düşünüyorum; yani bir tür vecd hali yaratan, insanı kendinden geçiren bütün faaliyetlerin nihai amacı o faaliyeti yapmamayı, o faaliyeti yapmadan da hayatta kalabilmeyi öğretmek olmalı. Edebiyat da bunu öğretmeli hatta ibadet de. Anlıyor musun? Ayrıca edebiyatçıların özellikle de şairlerin güzellikle ilişkilerinin sorunlu olduğunu düşünüyorum ya ona itaat etmek istiyorlar ya da hükmetmek. Güzellikle birlikte uslu uslu yaşayamıyorlar. Budalalık değil mi sence bu?” Fakat dünyanın en iyi reddedişinin ardından harikulade bir rücuyla yine de yazar o şiiri.
Yazacaktır ama her şeye rağmen Çetin ve Ender’in dostluğu küçük kardeş Nihal’e olan aşklarını galebe çalacaktır.
Bizim şehrimiz gri de sizinkiler turuncu mu efendiler!
Film boyunca Ankara’yı ve varlığı sadece Ankaralılar ile bir avuç şanslı azınlık tarafından idrak edilen karaktersitik ruhunu görürüz. Sık sık Ankara sokaklarında gezdirir bizi yönetmen. Ender, Çetin ve Nihal’in Kuğulu Park’ta başladıkları bir kış günü gezintisinde yolları eski tren garına düştüğünde uzak bir açıdan gördüğümüz üçlüden Çetin’in sesini işitiriz: “Ben İstanbul’da ya da yurt dışında şantiyelerde çalışırken Ankara burnumda tüterdi,” der Ankara’yı sevmediğini söyleyen Nihal’e. İşte tam da bahsettiğim o şahsına münhasır Ankara seviciliği... Filmin açılışındaki eski Ankara apartmanından Kediseven Sokağı’na, Kuğulu Park’tan Atatürk Orman Çiftliği’ne dek sahici bir Ankara portresi izlesek de ne kitap ne de film Ankara’yı bir şekilde yediği gri şehir yaftasından kurtaramaz.
Ankara’ya yüklenen bu talihsiz yakıştırmanın temelinde AŞTİ’nin yattığına dair kendimce mesnetli bir kanaatim var. Ankara, yıllarca okumak ya da memur olarak çalışmak için gelen insanların şehri olmuş ve bir şekilde ayrılık duygusuyla özdeşleşmiş. Aslında epey eskilere, eski Ankara dönemine dayanıyor hadise. Anadolu şehirlerinde tahsil görmek isteyen daha sakalı terlememiş oğlanların, kendi halinde kızların İstanbul’u ürkütücü bulduğundan tercih etmek durumunda kaldığı bir yer olmuş Ankara. Ya da liseyi yeni bitirmiş birinin herhangi bir bakanlıkta rahatlıkla iş bulabildiği zamanlarda SSK güvencesiyle tasını tarağını toplayıp gelme cesareti bulduğu o şehir… O da mı olmadı, ardında gözü yaşlı insanlar bırakarak bir şehirden başka bir şehre gitmek zorunda olanların yolu bir şekilde geçmiş AŞTİ’den. AŞTİ... Koca ülkede otogarına özel isim verilen başka bir şehir var mıdır bilmiyorum. Şehrin ayrılık duygusuyla bu denli perçinlenmiş oluşu, sanırım grilik yaftasını açıklamaya yetiyor.
Sözü bir kez daha Seyfi Teoman’a getirmeden edemeyeceğim. 35 yaşında bir motosiklet kazasında kaybediyoruz Teoman’ı. Geriye Türk sineması için tadı damakta kalmış iki uzun bir kısa metraj üç film; benim içinse Kızılay’dan Sıhhiye’ye her yürüyüşümde, reçeli peynirle yeme cesareti gösterdiğim o kahvaltı sofrasında, Çetin’i hatırlayarak taze fasulye pişirdiğim zamanlarda hep hatırladığım ve ömrü vefa etseydi bize daha ne filmler izleteceğini düşündüğüm biri ve bu yara bandı film için duyduğum şükran kaldı.
Yorum Yaz