Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Bulutlara yaslı kayanın dik yamaçlarına adeta küçük bir şehir kurulmuş. Kendisini taşıyan Karadağ’a sis çöktüğü zaman zannedersiniz ki bu kutsal mabet gökten indi. Dergilerde gördükçe, beni sarsan fotoğraf bu. Gökyüzünde asılı duran kutsal bir mabet. Hangi dinden olursak olalım, insanların inandıkları değer uğruna kayayı delip, uçurumun kenarında bir manastır kurmaları hepimizi heyecanlandırır. Zihnimden bu yüzden “Burada hiç kimse Allah’tan başka bir şey düşünemez,” cümlesi dolanıp durdu seyahatim boyunca.
Trabzon’un bitiminden itibaren bizi takip eden denize arkamızı dönüp, vadilerin önümüzde açıldığı derinlere doğru yol alıyoruz. Aracın camından tepelere oturmuş geleneksel Karadeniz evlerini seyrederek içimin kıpırtısını hafifletmeye çalışmak sanırım en mantıklısı. Rutubetten rengi kararmış ahşap köy evleri yeşilin içine sükunetle birer birer gömülmüş. Sanki bir ağaç kurumuş da olduğu yerde ahşap bir eve dönüşmüş gibi o kadar yerli yerinde, o kadar tabiatın canını acıtmadan. Maçka’yı geçip giderken önümüze devasa bir orman denizi açılıyor. Boş bir toprak ya da kaya parçası görmek mümkün değil. Hepsinin üstü yeşil bir battaniye ile örtülü adeta. 18 kilometre daha yukarı tırmanacağız. Trabzon tarihin her döneminde önemini korumuş kadim bir şehir. Krallar, imparatorlar, prensler, şehzadeler dolaşmış sokaklarında. Tarihin şehre bahşettiği özgüveni bugün dahi hissedebilmek mümkün. Ben açıkçası şehri terk edip bu dağlara çıkmak zorunda kalan inançlı keşişleri tanımayı çok isterdim.
Yolumuz nihayetinde coşkun akan ırmak kenarına kurulmuş küçük bir düzlüğe ulaşıyor. Farklı illerden ve ülkelerden gelenlerle dolup taşıyor burası. Irmağın çağıldayan sesi, hepimizin sesine karışıp çam ormanlarının arasında yok olup gidiyor. Kafamı yukarı kaldırdığımda gökyüzüne komşu bir dağ duruyor orada. Bakış açınızı biraz daha arka tarafa kaydırmadıkça bir manastır olduğunu dahi fark edemiyorsunuz. Dağ nasıl da saklamış kendisine sığınanı. Öyle hemen ele vermiyor koynuna girip bir olduğu keşiş ülkesini.
Buralar Altındere Köyü olarak geçiyormuş. Müthiş bir vadi var. Bir tarafına Karadağ yaslanmış, bir tarafına devasa çam ormanları. Manastır yaklaşık 300 metre yukarıda. Ormanların arasından kıvrıla kıvrıla çıkıyoruz ama geri dönüp baktığımızda manzaranın mistik gücü bırakmıyor peşimizi. Üzerinden geçtiğimiz küçük dereler, yanı başımızdan salınıp akan şelale. Aşağılarda kaldıkça asıl kendisini gösteren coşkun ırmak. Bulutlar karşıdaki orman tepelerinin başını okşayarak başka ülkelere doğru süzülüp gidiyor.
Yolun aşağısına kurulmuş bir kilise kalıntısı
Araç ile gidilebilecek son yere kadar ulaşınca bizi ilk karşılayan yolun aşağısına kurulmuş bir kilise kalıntısı. Gelenlerin çoğu hemen manastır tarafına yöneliyor. Ben bu kalıntıyı merak ediyorum. Muhtemelen bir ön güvenlik mekânı olmalı. Tarihin bütün acılarına şahit taşlarla örülmüş ve ana duvarı hâlâ ayakta kalabilen bu yapının hemen önü uçurum. Aşağıya bakmak mümkün değil. Derin çam ormanlarından başka bir şey gözükmüyor zaten. Geldiğimiz yol tarafına hâkim bu yapı belki manastırın güvenliğini sağlayan en önemli yapı. Belki de sadece bir ibadet yeri. Belki bir sürgünlük, belki inziva için.
Geri kalan yolu yaya çıkacağız. Yanı başımızdan göğe doğru bir ip gibi düzgün çam ağaçları uzanıyor. Her taraftan su sızmış. Binlerce kilometre uzaklardan buraya ulaşabilen her keşiş mutlak bu sulardan dudaklarının yarılan yerlerine sürmüş ya da oturup kenarına, yürümekten parçalanmış ayaklarını biraz olsun ferahlatmıştır. Tek kişinin geçebileceği yollara özenle taş döşenmiş. Geldiğimizi yukarılara haber verir gibi heyecanla ötüşüp duran çeşit çeşit kuş sesleri, uzun çam ağaçlarının arasından sızmaya çalışıp yolumuzu aydınlatan güneşin ışıkları, aşağılardan çağıldayıp duran coşkun dere ve yanı başımızdaki kayalardan sızıp geliveren kaynak suları. Böyle bir yoldan çıkılıyor Sümela Manastırı’na.
Manastır bütün haşmeti ile önümüze açıldığı zaman duyduğum heyecanı anlatamam. Hangi tanrıya inanırsa inansın böyle bir yapı karşısında kim olsa evvel gönlü, sonra aklı ile hayran kalır. Şimdi aşağıda ilk konakladığımız yerden gözükmeyen bir tarafa ulaştık. Burası manastırın giriş bölümü. Merdivenlerin başında hiç durmadan aynı ezgiyi çalıp duran kemençeci gelenleri karşılıyor. Kemençe bu toprakların ortak enstrümanı, ortak hafızası.
Manastıra, dağın içine oyulup açılan bir küçük kapıdan giriliyor. Yüksek merdivenlerden çıkılan kapının yanında muhafız odaları mevcut. Kapının bulunduğu yer bütün vadiye hâkim nerede ise. Bir kişinin geçebileceği dar kapıyı aşınca dağın öte yamacına geçtiğimi fark ediyorum. Ve işte manastır… Küçük bir meydanı, bitişik sıralanmış evleri, dağın içine oyulmuş kilisesiyle bir mahalle var adeta burada. Sanki bir bulut Trabzon’dan zifiri bir gecede böyle bir mahalleyi alıp buraya kondurmuş. Bulunduğum yerde dakikalarca kalıp, siyah uzun elbiseleriyle keşişleri hayal ettim. Gökyüzünde gezip duran gizemli şehrin içindeyim artık. Yeryüzüne ait hiçbir şey yok. Yeryüzünün bütün aşırılıkları vs. oraya ait hiçbir şey buraya çıkamamış.
Öğrendiğime göre öğrenci odaları, misafir odaları, kütüphanesi ve ana kilisesiyle gördüğüm bu küçük meydan manastırın asıl merkezi. Bacası bulunan çatılı bir yapı muhtemelen manastırın mutfağı olmalı. Buraya dini eğitim görmek ve rahip olup görev yerlerine gönderilmek için anne babalarından, köylerinden ayrılıp, bir dünya orucuna kendilerini vakfetmek amaçlı gelen nice genç öğrenci günün belli vakitlerinde benim girdiğim bu dar kapıdan çıkıp ormanın içlerine doğru ilerleyip odun toplamışlar, sırtlarında topladıkları odunları bir ibadet gibi buraya taşımışlardır. Taşıdığı o odunun ateşinde ısınmış bir tas çorbayla günün ilk dersine başlamış, kendi teolojisi içerisinde öğrenmesi gereken her şeyi belleyip dünyanın nice ülkelerine, şehirlerine dağılmışlardır. Keşişlerin kaldığı bir odaya girdim ve içinde dakikalarca tek başıma bekledim. Karşıda sadece ve sadece vadilere oturmuş çam ormanları. Vadiyi dolduran derenin uğultusu ve ormanlarının tepelerini yalayıp geçen bulut kütleleri. Görünen sadece bu. Ne köy, ne şehir ne de insanoğluna ait başkaca bir şey. Bu yüzden başından beri Sümela Manastırı’na ait içimde taşıdığım tek duygu “böyle bir yerde Allah’tan başka bir şey düşünmenin imkânsızlığı” idi.
Burasının bir diğer ismi Meryem Ana Manastırı. Gürcü resim sanatında siyah Madonna adında Hz. Meryem tasvirleri yapmak önemli bir süsleme geleneği imiş. Buradaki tasvirlerde de Hz. Meryem yine siyah renkte. Ayrıca zamanla Sümela’ya dönüşmüş olduğuna inanılan “melas” sözcüğü de siyah anlamına geliyor. Yani kara (siyah) olan bir dağa (Karadağ) yapılmış bir manastır ve bir de siyah renkli Madonna tasvirleri. Yunanistan’daki Meteora Manastırları da tıpkı Sümela gibi kayaların tepesine oturtulmuş manastırlardan oluşan bir bölge. Meteora Yunancada “gökyüzünde duran” anlamına geliyormuş zaten. Dolayısıyla Sümela’nın bende oluşturduğu “gökyüzünde asılı duran kutsal mabet” algısının durduk yerde ortaya çıkmadığını, böylesi yapıların bu duygu biçimlendirdiğini iddia etmek mümkün.
Yorum Yaz