Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Yazan: Selçuk Küpçük
Arabesk müziğin toplumun kültürel alt katmanlarını temsil ettiği ve entelektüel düzlemde yetersiz bir öykü taşıdığına ilişkin verili bir algı olageldi hep. Bu algıya çok uzun yıllar devlet kurum ve televizyonlarındaki yasak da eklenince arabeskin dışlanan bir alanda yatağını tırnakları ile kazıyarak açtığını söyleyebiliriz. -2000 sonrası kuşaklar bilmeyebilir- Türkiye’de sadece devletin tekelindeki tek bir televizyon kanalı vardı ve burada her müzik kendisine kolayca yer bulamıyordu. Müzik Denetleme Kurulu adı altında bir heyetçe, televizyonunda şarkılarını yayınlatmak isteyen sanatçıların eserlerinin incelenip, kendi belirledikleri kriterlere göre onay verildiği ya da kapıdan kovulduğu yıllardan bahsediyoruz. Devletin kafasında “Türk müziği” denildiğinde üç kategori vardı: Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği ve Türk Hafif Müziği. Buna göre mesela ilgili müzik türünde kullanılacak enstrümanlar ve icra biçimi bile başından belliydi! Sözün özü, arabesk müzik icra eden sanatçılar böylesi bir yasakla 90’ların ortalarına kadar mücadele etmek durumunda kaldılar lakin sonunda kazandılar. Çünkü dışarda akıp gitmekte olan gerçek dünyayı temsil ediyorlardı. Bunda Anavatan Partisi ve Turgut Özal’ın medya üzerindeki devlet tahakkümünü kırıcı tavrı da önemlidir.
Türk entelijansiyası ise sağı ve solu ile arabeske karşı idi ve bu tutumu uzun yıllar sürdürdü. Türk sağına göre arabesk Türk kültürünü yozlaştırıyor, Türk soluna göre ise “işçi sınıfının” direnme gücünü manipüle ediyordu. 70’lerin sosyalist çevresinde bulunan romancı Latife Tekin bir söyleşisinde, propaganda çalışması yapmak için gittikleri kenar mahallere devrimci marşlar dinletmelerine rağmen oradaki insanların bu marşlara itibar etmeyip arabeskte kendilerini bulduklarından bahseder (Roll, 2005, s.8). Benzer sorunlu tutumu yine Türk sağının popüler tarihçisi Yılmaz Öztuna’da da bulmak mümkün. O da mesela arabesk üzerine özel dosya yapan bir dergide kendisine sorulduğunda bu müziğin dış güçlerce Türkiye’yi bölmek için kurgulandığını söylüyor ilginç biçimde (Türkiye Günlüğü, 1989, s.5).
Oysa arabeskin kurucu özneleri dahil olmak üzere (Gencebay, Ferdi Tayfur, Hakkı Bulut, Müslüm Gürses) bu müziği icra eden bütün sanatçılar çok açık biçimde ya politikanın dışında kalmaya özen göstermişler ya da bir tercihte bulunmak istediklerinde merkez sağ partilerden yana ağırlıklı pozisyon almışlardır. Gencebay’dan Ferdi Tayfur’a, Cengiz Kurtoğlu’ndan İbrahim Erkal’a kadar bu böyle. Ancak asıl önemli husus şu ki, arabesk müziğin ana kolonlarını inşa eden isimler bu müziği tehdit biçiminde algılayanlara karşın hiç de öyle kültürel donanımı olmayan, dünya meseleleri ile ilgili bir fikri bulunmayan özneler değillerdir.
Orhan Gencebay’ın entelektüel kişiliğini anlatmaya gerek yok. Hakkı Bulut Öğretmen Okulu mezunu, uzun yıllar öğretmenlik yapmış, insan yetiştirmiş bir sanatçı. Müslüm Gürses’in söyleşilerine baktığınızda kesinlikle melami meşrep bir dünya algısının varlığını, insana dair erdemli duruş sergilemeye ilişkin söylemlerinin metin aralarında nasıl altının çizilebildiğini görürüz. Örgün bir eğitim kurumundan gelmese bile diz kırıp bu toprakların tedrisatından içselleştirerek geçtiği malum. Keza bugün akılda kalan birçok arabesk şarkının söz yazarlığını yapan Ahmet Selçuk İlkan da mesela Alman Dili ve Edebiyatı mezunu. Bu bahsettiğimiz kurucu isimlerden sonra gelen halka içerisinde sayabileceğimiz, 80 sonrası kardeşi Uğur Bayar ile arabeskin yeniden doğuşunu besleyen önemli besteci Burhan Bayar da aynı şekilde Adana’dan İstanbul’a mimarlık fakültesini kazanıp gelen bir başka büyük müzik adamı. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
“Kültürsüz” bir katman yok
Görüyoruz ki, karşımızda “kültürsüz” bir katman yok. Tam tersine ben, müzik hususunda ne yapmak istediğini bilen kişiler olduklarını, deneysel icra mantıklarına yönelik bir zihinle ileri şeyler üretme konusunda özgürlükçü bakış açıları taşıdıklarını söyleyebilirim. Türk cazının kurucu isimlerinden saksafoncu İsmet Sıral, baterist Burhan Tonguç ile Gencebay’ın, Vedat Yıldırımbora ve Özer Şenay gibi arabeskçilerin ilişkilerinin derinliklerine indiğimizde hiç de öyle bilinçsiz bir küme çıkmıyor karşımıza. Türk rock müziğinin yolbaşçısı Erkin Koray ile Gencebay’ın ve Özer Şenay’ın müzik alışverişleri zaten bilinen bir şey. Şenay’ın bu ilişkiden sonra 1980’lerde Almanya’ya giderek, farklı milletlerden müzisyenlerle oluşturduğu “Ensemble Oriental” isimli deneysel müzik grubunun ilham verici bir birliktelik olduğu tartışma götürmez.
Bu isimler arasında Ferdi Tayfur’u ayrı ele almak gerektiğini düşünüyorum. Hiç okula gidememesine, çocukluğu travmalarla biçimlenmiş olmasına rağmen karşımızda edebiyatla, metinle ilişki kuran bir yazar var aynı zamanda. Neticede bir insanın edebiyat metni ile münasebet kurması onun üst düzey bir zihinsel kavrayışa yöneldiğini gösterir. Hayata, topluma, bireye ve Türkiye’ye yönelik fikirleri bulunan, kişisel hikayesinden hareketle anlatılar ortaya koyan, bunu bizatihi kendisinin inşa ettiği mevcut popülaritesini kullanarak değil, tam tersi sessiz ve sükûnet içerisinde yapan bir isimle muhatabız. Bu bence onun edebiyatla organik teması bulunduğunu, varoluşsal kaygılarla biçimlenen bir pozisyona sahip olduğunu gösteriyor. Sıkı bir Tolstoy okuru olması bu yüzden şaşırtmaz bizi.
O ve kuşağı zaten bu büyük öykünün içinde oldular
Ferdi Tayfur üzerinden görülüyor ki, arabesk müziğin ana koridorunu yapılandıran isimler hiç öyle boş adamlar değiller. “Şekerci Çırağı” (2003), “Yağmur Durunca” (2008), “Bir Zamanlar Ağaçtım” (2015), “Paraşütteki Çocuk” (2017) şu ana kadar Tayfur’un kaleme aldığı metinler. Yer yer kişisel öyküsünün dehlizlerine inse de bu kitaplar bir edebiyat işçisinin yoğunlaşıp emek vererek ortaya çıkardığı kurgusal yapıtlardır. Gerçek hayattan izler taşıyan bu kurgular netice itibariyle birbirine eklemlenerek çoğalan büyük bir öyküyü anlatıyor. Aslında Tayfur’un şarkıları da bu öykünün parçalarından. Kaldı ki, Doğu’da müziğin varoluşu bu öykünün ontolojisini beslemektedir denilebilir. Bu yüzden onun da ustalarından Müzeyyen Senar’ın “Ben şarkı söylemiyorum, güfteyi anlatıyorum” (Murat Meriç, Bantmag, 2019, S 66) sözü her şeyi açıklar nitelikte. Dolayısı ile ben şahsen Tayfur’un roman yazmasına, büyük bir öykü anlatmak için kelimelerin sihirli gücünü kağıtlara aktarmasına şaşırmıyorum. O ve kuşağı zaten bu büyük öykünün içinde oldular hep. Türk entelijansiyasının asıl mesele edinmesi gereken şey, günümüzde müzik üreten isimlerin sahici bir öyküye yaslanıp yaslanmadıkları, hakikatin peşinde olup olmadıklarıdır.
Yorum Yaz