Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Abbas Kiyarüstemi 1940 yılında İran’ın başkenti Tahran’da dünyaya geldi. Ressam ve tasarımcı bir babaya sahip olan Kiyarüstemi, sakin ve huzurlu bir evde büyüdü; bu ortam onun sanatçı kişiliğini şekillendirdi. Küçük yaşlardan itibaren resim yapan yönetmen, Tahran Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi resim bölümünde eğitim gördü. Okul bitince bir süre grafiker olarak çalıştı.
Kiyarüstemi’nin gençliği tam da İran’daki siyasi atmosferin alevlenip yön değiştirdiği zamana denk geldi. 1969 yılında Şah’ın eşi tarafından desteklenen Çocuklar ve Gençler İçin Zihinsel Gelişim Merkezi'ne (Kanun) katıldı. Burada reklamcılık, sinema, resim gibi birçok sanat kolunda aktif faaliyet gösterdi. 1972 yılında çektiği “Ekmek ve Sokak” kısa filmi ile sinemacılığa ilk adımı attı. Aynı zamanlarda İran’da Yeni Dalga Sinemacılığı ilk ürünlerini veriyordu. 1969'da Dariush Mehrjui’nin “İnek” isimli filmiyle başlayan bu akım; varoluşçu felsefeyi doğu süzgecinden geçirip sadelikle seyirciye sunuyor ve ülkede daha önce çekilen filmlerin aksine meselesini daha estetik, entelektüel açıdan anlatıyordu. Şah döneminde dayatılan batıcı modernizm, halk nezdinde hoş karşılanmasa da sinemaya belirgin şekilde yansıyordu. Bu da yönetmenlerin sansüre karşı üstü kapalı dil geliştirmelerine yol açtı. Sembolik anlatımla zenginleşen mesajlar, o zamandan bugüne hâlen devam eden bir İran sineması geleneği.
Takvimler 1979 yılını gösterdiğinde İran Devrimi resmen gerçekleşti. Halkın büyük kesimi tarafından benimsenmeyen monarşi devri kapandı. Humeyni liderliğinde, Şah’ın batıcıl yönetiminin aksine Şii mezhep esaslarına dayanan İslam Cumhuriyeti’nin temelleri atıldı. Bu tarihten sonra İran sinemasını 180 derece dönmüş bir denetim mekanizması bekliyordu. Ülkenin tarihine baktığımızda sansürün varlığını her zaman sürdürdüğünü fakat değişen iktidarların politikalarına göre taraf tuttuğunu görüyoruz. İran Devriminden sonra ülkede, Avrupa ve Amerika’ya kayda değer bir sanatçı göçü yaşandı. İbrahim Gülistan, Shapoor Gharib gibi birçok sinemacı da gidenler arasındaydı. 1980’lere kadar bir uzun metraj ve ondan fazla kısa film çeken Abbas Kiyarüstemi ise İran’da kalışını şu sözlerle açıklıyor “Bir ağacı kök saldığı yerden ayırıp başka bir yere taşırsanız, ağaç meyve vermez olur. Verse de, kendi yerindeyken vereceği meyve kadar güzel olmaz. Bu, doğanın kanunudur. Bence, ülkemi terk etmiş olsaydım, aynen o ağaç gibi olurdum.” Devrimin, yaptıklarına etki etmediğini ve sinemasının bu akımlardan daha kişisel olduğunu da ekliyor.
Yönetmen, 80’li yıllarda çeşitli kısa filmler çekmeye devam etti. Kameranın olanaklarını sonuna dek kullanıp çeşitli deneysel işler üretse de genelde çocukları, doğayı ve insanı temel alan görsel açıdan zengin filmlere imza attı. Kiyarüstemi 1987 yılında çektiği “Arkadaşımın Evi Nerede” ile uluslararası alanda tanınmaya başladı. Köker üçlemesinin ilk ayağı olan film, sıra arkadaşının defterini yanlışlıkla eve getiren Ahmed’in saatlerce arkadaşına ulaşma çabasını anlatıyor. Saf duyguları ekrana doğrudan taşıyan etkileyici örneklerden biri. Yönetmen bilinçli olarak profesyonel oyuncularla çalışmamış. Fakat yaptığı yönlendirmelerle kamerada doğal bir performans sergilemelerini sağladı. Örneğin, Ahmed’in köpeği görmeyip sesinden korktuğu sahnede, oyuncuya sette gerçekten vahşi bir köpek varmışçasına konuşmalar yapmış.
İsmini, çekim yapılan Köker köyünden alan üçlemenin devam filmi “Ve Yaşam Sürüyor”da Kiyarüstemi arabayla Köker köyüne doğru yol alır. Kurgu ve gerçeğin iç içe geçtiği filmde yönetmenin 1990 depreminin ardından “Arkadaşımın Evi Nerede”deki başrol oyuncusunu arayışını izleriz. Kiyarüstemi’nin kendisi de bir oyuncu tarafından canlandırılır. 30 binden fazla kişinin ölümüne sebep olan doğal afet sonrası köydeki yaşamı ve insan ilişkilerini tüm şeffaflığıyla seyrederiz.
Yönetmen Köker Serisinin son filmi “Zeytin Ağaçlarının Altında” ile kurmaca ve gerçek sınırlarını zorlamaya devam eder. “Sinemada olabilecek her şey doğrudur. Bir gerçekliğe denk düşmesi gerekmez. Gerçekten olması gerekmez. Sinemada yalanlar üreterek belki hakikate asla ulaşamayacağız ama daima ona doğru giden yolda olacağız.” cümleleriyle de kendi üslubuna dair bir açıklama yapar seyirciye. Zeytin Ağaçları Altında’da bir önceki filmin çekim süreci anlatılır. Aslında yönetmen filmleri bir seri olarak sunmaz fakat üç film de zamansal olarak birbirinin devamı niteliği taşır ve her katmanda hikâye gerçeğe bir adım daha yaklaşır.
Köker üçlemesiyle aynı zamanlarda çıkan “Yakın Plan” ile Kiyarüstemi gerçek bir olayı kendi tarzıyla şekillendirir. Sabzian isimli bir sinemaseverin yönetmen Muhsin Mahmelbaf kimliğine bürünerek içine düştüğü sahtecilik davasını gerçek kişilerin canlandırmasıyla aktarır. Sabzian film çekme hayalini kendisi olarak değil, ünlü bir yönetmenin adını kullanarak gerçekleştirmeye çok yaklaşır. Kiyarüstemi’nin ona hak vermese de sempati duyduğu filmde görülüyor. Nitekim “Çoğumuz için orijinallere ulaşmak mümkün değildir. Bu sebeple bir kopyaya değer vermeli ve takdir etmeliyiz.” sözü de bu bakış açısını doğrular nitelikte. Sabzian gerçek hayatta davayı kaybetse de filmde Muhsin Mahmelbaf ile buluşuyor. Ve finalde ikisinin ellerinde çiçekle yaptığı motor yolculuğu hafızalara kazınıyor.
1997 yılına geldiğimizde Kiyarüstemi “Kirazın Tadı” ile Cannes Film Festivali’nden ödülle ayrılır. Böylece daha önce uluslararası arenada çeşitli festivallerde boy gösterseler de İran’a Altın Palmiye getiren ilk yönetmen Kiyarüstemi olur. İntihar etmeyi kafasına koyan bir adamın, kendisini gömecek birini aradığı bu yol filminde insanın anlam arayışı varoluşçu biçimde ele alınır. Başkarakter Bedii’yi bu karara iten süreci görmeyiz, yönetmen sadece hedef odaklı bir kişinin son yolculuğunu arabasına binen kişiler eşliğinde gösterir. Araba, Kiyarüstemi sinemasında önemli bir yer tutar. Kendisi arabalara olan düşkünlüğünü yol sevdasına bağlar ve ekler “Seyahat fikri, bir noktadan başka bir noktaya hareket etmek, İran kültüründe önemlidir. Yol; rızkının, soluk almayan ruhunun, bitmek bilmeyen keşiflerin arayışında olan insanın ifadesidir.” Yönetmen daha sonraki filmlerinde de sık sık araba planlarına yer verdi, bu özelliğiyle yönetmen Cafer Panahi’ye de ilham olmuştur.
2016 yılında kaybettiğimiz Kiyarüstemi, son günlerine kadar üretmeye devam etti. Üstelik kendini tekrarlamak bir yana sinemasında yeni adımlar da attı. Ülkesi dışında çeşitli coğrafyalarda kendi felsefesini yeni kültürlerle harmanladı. İngiltere’de Ken Loach ve Ermanno Olmi ile “Biletler” isimli ortak bir film yaptı. İtalya’da çektiği, başrolde Juliette Binoche’nin yer aldığı “Aslı Gibidir” filminde hakikati, kopya bağlamında yeniden sorguladı. Japonya’da iki farklı insanı bir arabada buluşturan “Sevmek Gibi”yi çekti. Hikâye anlatmanın yanı sıra sadece hikâyenin izleyicide uyandırdığı duyguları gösteren “Şirin”le seyirciye farklı bir deneyim sundu. İranlı şair ve yönetmen Füruğ Ferruhzad’ın şiiri “Rüzgâr Bizi Sürükleyecek”i aynı isimle sinemada taşra-kent öyküsüyle canlandırdı.
Kiyarüstemi, müziği nispeten daha az kullanan bir yönetmendir. Onun filmlerinde şiirselliği müzikler değil, görsellik ve diyalog sağlar. Çünkü yönetmen seyirciye duygu aktarma konusunda işitsel bir desteğe ihtiyaç duymaz. “Müzik, ekranın yanı başında durup el sallayan, duygularımızı göstermemizi talep eden, endişelenmemiz, korkmamız ya da rahatlamamız gereken anları bize söyleyen kondüktör gibidir. Filmlerimdeki imgelere güveniyorum ve bu şekilde güçlendirilmesi gerektiğini hissetmiyorum.” diyerek konuya açıklık getirir.
“Fotoğraf gerçektir. Sinema, saniyede 24 defa gerçektir.” diyen Jean-Luc Godard, gerçekle tam olarak Kiyarüstemi sinemasını kastediyor olmalı ki "Sinema Griffith ile başlar, Kiyarüstemi ile biter” cümlesiyle yönetmene olan hayranlığını dile getirmiş. Değişik biçimlerle farklı hayatları, farklı zamanları anlatsa da Kiyarüstemi, filmlerini hep hakikat temelinde kurdu. Doğal ve samimi filmleriyle insan doğasını gerçekçi biçimde anlattı. Realist sinemayı modern çizgide yeniden yorumladı. Kiyarüstemi'nin sineması felsefi derinliğinin yanı sıra görsel olarak da zengindir. Yönetmen, resim yeteneğini sinemaya doğrudan aktarır. Kimi zaman geniş manzara ve yol kadrajları, kimi zaman da küçük bir arabanın içine sığdırdığı sahnelerle sade fakat görkemli bir sinematografi kurdu. Eşlemeli kesme yerine sabit kamerayla uzun planlar çekerek yapaylıktan uzak, içten sekanslar tasarladı.
Kiyarüstemi özgün ve minimalist stiliyle kendisinden sonra gelen birçok sinemacıya yol gösterdi. Nuri Bilge Ceylan, Bahman Ghobadi, Ramin Bahrani gibi benzer coğrafyaları anlatan sinemacıların yanı sıra Aki Kaurismäki, Wim Wenders ve Pedro Costa da yönetmenden etkilenmiştir. Bugün ölümünün neredeyse onuncu yılında hâlâ ilham vermeye devam ediyor, yalnızca sinemacılara değil, sinema sever ve sanattan zevk alan herkese…
Yorum Yaz