Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Sinema tarihinde bilinen ilk yerli bilimkurgu dizisi olan Kavanozdaki Adam’ı TRT’de yayınlandığı 1987 tarihinden neredeyse elli yıl sonra izledim. Seksenli yıllarda yurt dışında yaşıyordum. İnternetin ve sosyal medyanın olmadığı zamanlar.
Bu filmin ana mesajı insana iradesinin dışında dayatılan kimlik meselesidir. Mesut Uçakan’ın, Faik Baysal’ın bu oyununu seçmesi boşuna değildir.
Sinema tarihinde bilinen ilk yerli bilimkurgu dizisi olan Kavanozdaki Adam’ı TRT’de yayınlandığı 1987 tarihinden neredeyse elli yıl sonra izledim. Seksenli yıllarda yurt dışında yaşıyordum. İnternetin ve sosyal medyanın olmadığı zamanlar. Gözümden kaçmış. Sonradan diziden bahseden birkaç yazı okuduğumu hatırlıyorum, ama nasip bugünlereymiş. Diziyi ilginç, zamanına göre başarılı ve şu an için de çarpıcı buldum.
Bütün hayatını bilime adamış beyin nakli üzerine çalışan Profesör Doktor Kenan Aksal (Metin Serezli) o ana dek hayvanlar üzerinde başarıyla sonuçlanan deneyler gerçekleştirmiştir ve artık insan üzerinde çalışmanın hayalini kurmaktadır. Oğlunu anarşist bir saldırıda kaybeden yazar Semih Şerifoğlu (Ahmet Mekin) kendini barış, sevgi, adalet kavramlarına ve ölüm ve sonrası üzerine araştırmalarına vermiştir. Şiddetli baş ağrıları nedeniyle kaldırıldığı hastanede beyninde bir tümör bulunduğu saptanır. En fazla birkaç aylık ömrü kalmıştır.
“Hayır! Bir başkasının beyniyle nasıl yaşarım? Bunu hiç düşünmüyor musunuz? Sayısız hatıralarım, sevgilerim, fikirlerim ve sırlarım var. Bütün varlar bu beynimde. Onu da kaybettikten sonra yaşamanın ne anlamı kalır, söyler misiniz?”
Yaşamak bir cam kavanozun içerisinde olmam. Ölmenin nefes alıp vermek olmadığını anlıyorsun. Sadece kavanoz parçalanıyor. Hepsi bu.
Semih Şerifoğlu istememesine rağmen eşinin rıza göstermesiyle de kendisine bir kan davasına kurban giden köylü Mehmet Ekinci’nin beyni nakledilir. Mehmet’in beyninin Semih’in bedenine hakim olması hiç şaşırtıcı değildir. Bile bile ladestir.
Eğer bu ameliyat yapılmamış olsaydı Şerifoğlu da Ekinci de ölecekti. Ama şimdi, yaşayan bir insan var: Sen. Beni anlıyorsun değil mi? Düşün. Aksi takdirde ölecektin. Ölecektin. Ekinci’yi unutmalısın. Yepyeni bir vücudun var artık. Yeni bir çehren. Hatta bir köşkün, bir araban, bir servetin… Düşünebiliyor musun? İstersen çok rahatlıkla Şerifoğlu’nun kimliğine bürünebilirsin.”
Şaşırtıcı bir şekilde Mehmet Semih’in arabasını da köşkünü de istemez. Amacı bir an önce köyüne dönmek ve onu vuranlardan öcünü almaktır. Semih’in kişiliği geri dönüşsüz bir şekilde değişmiştir. Kavanoz kırılmıştır artık.
Bu arada bazı kimseler tarafından kendi şöhreti için Semih Şerifoğlu’nu feda eden bir canavar olarak itham edilen Profesör Doktor Kenan Aksal’ın ihmali nedeniyle ailevi sorunları artarak patlama noktasına gelir. Karısı intihar eder. Dünyada ilk beyin naklini gerçekleştirerek büyük bir üne sahip olan Kenan pişmandır, bundan böyle ailesini merkeze almaya karar verir.
Faik Baysal’ın aynı adlı tiyatro eserinden uyarlanan mini dizinin senaristliğini ve yönetmenliğini o yıllarda etkin olan Milli Sinema akımının tanınmış yönetmenlerinden Mesut Uçakan üstlenmiş.
Invasion of the Body Snatchers - Vücut Kapkaççıları İstilası, Don Siegel tarafından yönetilen ve başrollerinde Kevin McCarthy ile Dana Wynter'ın oynadığı 1956 yapımı Amerikan bilimkurgu korku filmidir. Jack Finney'nin 1954 tarihli bilimkurgu romanından uyarlandı. Filmin hikâyesi, kurgusal Kaliforniya kasabası Santa Mira'da başlayan bir dünya dışı istilayı konu alıyor. Uzaydan düşen uzaylı bitki sporları, her biri görsel olarak bir insanın aynısı olan bir kopyasını üretebilen büyük tohum kapsüllerine dönüşmüştür. Her kapsül tam gelişimine ulaştığında, yanına yerleştirilen her uyuyan kişinin fiziksel özelliklerini, anılarını ve kişiliklerini özümseyerek geriye sadece bir kopyası kalır; ancak bu kopyalar, tüm insani duygulardan yoksundur. Yerel bir doktor, yavaş yavaş bu "sessiz" istilayı keşfeder ve onu durdurmaya çalışır. Beden aynı kalır zihinler istila edilmiştir. Don Siegel’in bu filmde masa altından senatör Mc Carthy döneminde sol görüşlülere yapılan siyasi baskı ve zulmü eleştirdiği söylenir. Baş erkek oyuncunun soyadı çok anlamlıdır.
Bu filmde zihinleri işgal edilen kimselerin süreç için rızaları söz konusu değildir. Semih Şerifoğlu’nun durumu bir istisna. 2015 yılında Self/Less – Ölümsüzlük Oyunu’nda ise genç ve sağlıklı bir genç adam ailesine yardım için para karşılığında bedenini yaşlı birine devreder. Bu da farklı.
Bu filmin ana mesajı insana iradesinin dışında dayatılan kimlik meselesidir. Mesut Uçakan’ın,
Faik Baysal’ın bu oyununu seçmesi boşuna değildir. Vikipedi ne diyor?:
Baysal, 19 yaşında bir genç edebiyatçı olarak, içinden çıktığı toplumun sorunlarına ilgi duyan, yaşanılan düzensizlik ve yoksulluklardan rahatsız olan biridir. Amacı o tanıklığını romanıyla yansıtmaktır. Öyle de yapar. Yazar, gelip yaşadığı kentle yüzleşirken; taşrada (Adapazarı) yakından tanıdığı bir yörenin insan-yaşam gerçekliğine döner yüzünü. Duyduğu rahatsızlık toplumdaki değişimle gelen çarpıklık, yozlaşmadan kaynaklanır. Yazarı harekete geçiren de toplumun vicdanı olma duygusudur diyebiliriz.
Bunu kendisi şöyle dile getirir:
"Ben Sarduvan'ı daha çok bu rezilliği sarsmak, okuyucuya uyarıda bulunmak, biraz abartılı da olsa insanımızın gerçek dramını gözlerin önüne sermek, edebiyatımızı saçma sapan kitaplarıyla halkı afyon yutmuş gibi uyutan tefrikacılarımızın gerçek yüzlerini ortaya koymak için yazdım."
Dizide yaşatılmak istenen Semih’tir. Bu nedenle Mehmet’ten kendi kimliğini terk ederek kendine yabancı anıları, hayat tarzını sahiplenmesi beklenir. Kavanozdaki Adam yüz yıl önce başlatılan metazori modernleştirme ve zorunlu kimlik değiştirme uygulamalarına dolaylı yoldan yaptığı vurguyla izleyicinin bugün bile ilgisini çekiyor. Bu diziyle ilgili yakın zamanlarda kaleme alınmış bazı incelemelerde bu alandan özenle kaçınıldığını ya da modernliğe kavuşma adına her türlü eziyetin ve zulmün legalleştirildiğini gördüm. Türkiye’de gerçek anlamda modernleşmenin son yirmi yılda hayata geçirilmiş olması görmezden geliniyor.
İdeolojiler 19. Yüzyılın ortalarında İngiltere’den bütün dünyaya ihraç edildi. Dünya çapında genç beyinlere implante edildi. İdeolojileri tutkuyla sahiplenme beyin uru ya da tümden beyin nakli anlamına geliyor. Cemil Meriç idraklara giydirilmiş deli gömleği demiyordu boşuna.
Yönetmen Mesut Uçakan’ın bir söyleşideki sözleriyle son noktayı koyalım:
“Ülkemizde yeni nesil sosyal sürüklenişe paralel olarak sekülerleşti. Artık fikir adına içi boşaltılmış bir gençlik var önümüzde. Özellikle imanî, ahlakî ve tarihî meselelerde hassasiyetlerini yitirmiş; futbol ve pop starlarıyla yatıp kalkan; çarpık batılılaşmanın ürünü bir gençlik. Yakın tarihimiz hakkında çok az şey biliyorlar bu gençler. Bildikleri de uluslararası hegemonyanın manipüle ettiği türden. Şimdi böyle bir nesle, gerçekleri manipüle edilmiş olan tarihin aksine, bu manipülasyonu iki asırdır sürdüren gizli elleri, masonik yapılanmayı deşifre eden bir mesaj veren bir film, bir dizi olursa bu hayatî değere sahip bir iş olmaz mı? İşte Katar yapımı “Halife’nin Düşüşü” dizisi bu açıdan yeterli. Taşıdığı ışık bu…
Özetlersek şu: Eğer kendi tarihimizi doğru anlatacak filmler istiyorsak bunu yapacak gerçek sermaye sahipleri ve kurumlar oluşması lazım.
Film dilini, sırf teknik bir mesele gibi görmek yanlış bir tavır. Eksik olan ne diyorsunuz… Sanırım eksik olduğundan söz edilecek tek şey var: Ruh!.. Dava ruhu!
Yorum Yaz