Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
"Uçurumun kenarındayım Hızır
Ulu dilber kalesinin burcunda
Muhteşem belâya nazır
Topuklarım boşluğun avucunda
Derin yar adımı çağırır."
Ömer Lütfi Mete ile bir fotoğrafım var. Nedendir bilmem, içinde olmaktan tuhaf bir neşe devşirdiğim ender karelerden biridir o fotoğraf. Ara sıra açar bakarım, ara sıra zihnime düşer bu karenin gölgesi. Yan yanaydık, nihayetinde ölümünden bir yıl kadar önceydi. Bunu bilebilmek imkânsız. Hayat bunu/bunları bilememekle meşhurdur zaten, güzelliğini de (sürpriz) doğrudan buradan alır, elemini de (pişmanlık) aslında.
Yayın yönetmenliğini üstlendiğim dergi için hikâyeyi klasik soruların dışından görme iddiasıyla yapılan Mete röportajının aklıma düşürdükleri. Ölüm hemen dibimizde nöbetteyken, Kızıltoprak’taki Pana Film’in üst katındayız. Dünya gençlik ateşimizin etrafında dönerken, şöhretli kimselere pek benzemeyen o dervişane haliyle Ömer Lütfi Mete’yi görmüştüm tam karşımda. Genç insanlara hürmetindeki derinlik başka bir şey söylüyordu. Tokalaşmak yerine sarılmayı tercih etmesindeki sahiciliği anlamam çok uzun sürmese de, "ilk bakışta tanınmayı dert edinmeyen iyi"lerden olduğuna çoktan kanaat getirmiştim. Bu kelime ona yakışır mı bilmiyorum ama fazlasıyla "karizmatik" bir eda vardı üzerinde, sükunet çökmüş yüzündeki güzel tebessümüne eşlik eden doğal bir karizma.
''Dünyada olduğunu bilen.'' Bugünden baktığımda böyle söylemek isterim. Evet, dünyada olduğunu bilen. Bildirilmiş olan bir bakıma. Bildirilen’i idrak eden ya da. Savaşını, sözünü, ateşini hiç bırakmadan, yalan acuna gönlünü kaptırmamanın mümkünü var mıydı sahiden? Mücadelenin şiddeti, insana ayaklarını bastığı yerin dünya olduğunu unutturamaz mıydı? Cevaplar yeni soruları aralayacaktır mutlaka. Öyleyse kendi veçhemden gördüğümün hülasası; Mete için bu unutmama hali, savaşarak elde edilmiş bir zaferden ziyade üstüne giydiği elbiseye benzetilebilirdi ancak. En tabi haliyle. Dünyada olduğunu biliyordu evet. Unutmamak üzere.
Ömer Lütfi Mete ile bir fotoğrafım var. Hafif puslu, siyah beyaz, dergi kâğıdına basılmış. Hayat devam ederken dondurulmuş bir an’dan ibaret. Mete, ellerini göğsünde kavuşturmuş, siyah deri ceketiyle kitaplığının önünde, dalgın biraz, galiba yorgun da. Dikkatle dinliyorum anlattıklarını. Her sözünde memleket var, her cevabında Türkiye. Evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmayı yasaklamış o güzel ülke’nin derdini taşıdığı her halinden belli. Şiirle, senaryoyla, şarkı sözüyle, hikâyeyle, köşe yazısıyla, romanla durmadan anlatan, denediği her formla aslında tek bir şeyi söyleyen ve o söylediğini çoğaltan, genişleten, tahkim eden bir adam. Kafa yorduğu meselelere iki adım geriye atarak bakıp, soğukkanlılıkla yaklaşan, derinlikli çözümlemeler yapabilen ve kitabın ortasından konuşmaktan hiç çekinmeyen Mete, sözün ateşine hayran değilse de, sözündeki ateşi iyi tanırdı. Ahlak ve kültür ekseninde ortaya koyduğu iradenin, Celaliyle Ömer, latifliğiyle Lütfi, Türklüğün anlam dünyasıyla Mete olmasıyla bir ilgisi vardı mutlaka. Tam yeri mi, emin değilim ama yazdığı dizenin derununda hayat bulmuştu sanki karşımdaki adam; "dışı tenha insanın, içi mahşer." Ama ne bu tenhalığın ferahlığıyla ilgili, ne de içindeki o mahşerle kavgalı. İki haline de tam teslim.
Ömer Lütfi Mete ile bir fotoğrafım var. Deli Yürek dizisindeki Kuşçu karakterine atfen ''Kuşçu siz misiniz yoksa?'' sorusuyla başlıyorum ilgili fotoğrafın sözlere dönüştüğü röportaja. Ömer Lüfi Mete şöyle karşılıyor bu soruyu; ''Kuşçu ben değilim, nihayetinde hayali bir kişi. Bir kere ben çok günahkâr bir adamım, Kuşçu hiç günahkâr değil. Kuşçu toplumun vicdanıdır. Tasavvufsuz vicdan olmaz. Kuşçu benim olmak istediğim kişidir.''
DERİN GÖNÜL MESELESİ
Şair, yazar, senarist, gazeteci. Ve diğer başka unvanlar. Bu örgünün içinde, bütün bileşenleriyle bir kalem mesaisi yaptığı aslında. Ömer Lütfi Mete. Onun ismini anmak, Türkiye’yi mesele edinmek ile yaklaşık olarak aynı anlamlara karşılık geliyor. Anlam aynı, ateş aynı, nizam aynı. Ayağını bastığı toprakların, biraz hırçın, biraz celalli, biraz keskin ama hep dertli ve daima âşık çocuğu olmak en çok ona yakışırdı. Son nefesini verinceye kadar değişmeyecek terekedir bu. Ömer Lütfi Mete’nin kaleminde hayat bulan Türkiye, yol ayrımlarının, politik çalkantıların ve ideolojik buhranların ortasında, kaosla yoğrulan ama her seferinde çıkış yolunu bularak yeniden doğmayı başaran bir öz-yurttur. Öz yurdunda parya olmaz insan. Kerim Devlet ilkesine bağlı varoluş kavgasını benimseyerek yola düşmüştür Mete. Mankurtlaşmayı reddeden felsefesiyle içerden konuşur. Ahlakın öncelenmesi memleketin asıl meselesidir. Şu söz de onun; "Bir ülkeyi partiler, programlar, reçeteler düzeltmez. Ahlakımız düzelmedikçe, ahlak siyasete egemen olmadıkça memleket de düzelmez."
Ömer Lütfi Mete’nin, dert edindiği mefhumların hikâyesini anlatmaktaki ısrarı, belki de ilk kez en yalın haliyle televizyon ekranlarında gördüğümüz renkli bakiyeyi yansıtıyordu. Klasik dramatik yapıya aykırı olarak kurgulanan evin/metnin ortasında vaaz eden akil karakterler üzerinden Türkiye’yi sevmenin amentüsünü çizen sıra dışı bir senarist. Dayatılan formlara karşı kendi köklerine selam göndermenin bitimsiz huzuru. Kuşçu gibi adamların varlığıyla inşa ettiği gönül iklimi ve bu iklimden neşet eden mayayla karılan bir hamur. Millet derken, onun tarihi anlamlarını yok saymadan, ezberden değil kalpten bakışlara sahip olmak. Elbette derin devlet meselesi değil, derin gönül meselesi bu.
YİĞİDİN BORCU ÖLÜM
''Nice namert ava çıksa, tuzak kursa, kurşun atsa; yiğidi çökertmezse kahır. Bir dem yar hüzünle baksa, bir gönül gözüyle baksa, yiğidi gül ağlatır, gam öldürür.'' Onur Ünlü, Ömer Lütfi Mete belgeselinde ''masallardaki iyi adamlar gibiydi,'' diyordu Mete için. Masallardaki o iyi adamlar… İnsanların düğünlerine, cenazelerine giden, iyi günlere ve kötü anlara şahit olmayı görevi bilen, etrafına güzelliğiyle dokunan, ''hızlı'' yaşayan, memleketin ahvali için kalemiyle çetin kavgalara tutuşan, doğru yerde duran, mertçe konuşan, kendi hikâyesinin peşinden koştuğu için kaleminden güzel hikâyeler dökülen, Ömer gibi, Lütfi gibi, Mete gibi bir adam. Civan hazır / Divan hazır / Ferman hazır / Kurban hazır.
Doğrusunun Yiğidin Burcu Ölüm olduğunu bildiğim halde yanlış söyleyerek mırıldanıyorum o şarkıyı. Ömer Lütfi Mete-Gökhan Kırdar ortaklığıyla ayan olmuş kederli şaheserin en can alıcı yerindeyim; Yiğidin Borcu Ölüm. Yiğitse o borcu ödeyecektir, Allah’a can borcu olduğunu ve ne uğruna öleceğini de bilecektir, yiğitse. Mete bu şarkıda ne yana düşer? Uğrunda ölmek ile uğruna yaşamak arasındaki o kutlu yere elbette. Otağı hala aynı yerde serilidir.
15 yıl olmuş Ömer Lütfi Mete aramızdan ayrılalı. Rahmet olsun. Tuhaftır, Mete’ye duyulan özlemin her yıl katlanarak büyümesinin bir anlamı da ''yeri dolmayacak'' klişesinin -onun yokluğunu kapsayan tarafıyla- acı verici gerçekliğidir. 59 yaşındaydı, evet yeri dolmadı. Bu sözlere de kızardı belki. O halde onun derin gönül meselesi dediği yerden sevmeye/anlamaya başlayabiliriz mesela. Evet, memleketi ve kendimizi. Yiğidin borcu ölüm.
Yorum Yaz