Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Pelin Esmer’in kamerası denizin kokusunu, taş sokakların gölgesini, sarı çiçeğin ince titremesini duyuyor. Şehir, Leyla’nın sessiz şiirlerine, Canan’ın kırılgan kararlarına, Yavuz’un ölümü çağıran bakışlarına bir fon olmaktan çıkıyor; onların iç dünyasına sessizce dokunan bir tanığa dönüşüyor.
Kortázar’ın uzak bir öyküsünden sızmış gibi duran ve ray aralıklarında büyüyen bir zaman duygusu var filmde. Saatler, dakikalar, bir trenin istasyonlara yanaşması… Her duruş, içimizde başka bir yere karşılık geliyor.
İzmir’e gece treninden bakmak…
Bazen bir şehir, kendini yalnızca gündüzün ışığından çok, gecenin sessizliğinde açar insana. Alsancak Garı’ndan kalkan tren, usulca yarıyor karanlığı; rayların sesi, derin bir uykuya dalmış şehrin kalbine dokunuyor. Camın buğusuna sinmiş tuz kokusu, körfezin nemi, gece lambalarının ıslak kaldırımlara vuran sarı ışığı… İzmir bu filmde bir fondan ziyade neredeyse bir karakter. “İşe Yarar Bir Şey”, işte bu şehrin sessiz nabzında atıyor.
Pelin Esmer’in kamerası denizin kokusunu, taş sokakların gölgesini, sarı çiçeğin ince titremesini duyuyor. Şehir, Leyla’nın sessiz şiirlerine, Canan’ın kırılgan kararlarına, Yavuz’un ölümü çağıran bakışlarına bir fon olmaktan çıkıyor; onların iç dünyasına sessizce dokunan bir tanığa dönüşüyor. İzmir bu filmde konuşmuyor ama dinliyor; bakmıyor ama görüyor, kendi başına bir hikâye anlatıyor.
Rayların usul sesi, körfezin tuzunu camın buğusuna yazıyor. Karanlık, şehrin üstünden yumuşak bir şal gibi akarken, Alsancak yönünden uğultu geliyor; rüzgâr, koku, eski bir şarkının unutulmuş nakaratı. Bir sokak lambasının altında, tek başına duran sarı bir çiçek. Yakınlarda elektrik tellerine konmuş kargalar… Siyahın içine çizilmiş iki parantez gibi. Biri bakışımızı kıyıya sürüklüyor, öteki göğe. “İşe Yarar Bir Şey” tam bu eşikte açılıyor; şehir, fondan çıkıp bir tanığa dönüşüyor.
Karga, sabahın henüz uyanmadığı saatlerde bile orada. Bir şeyi çağırıyor sanki: belleği mi uğursuzluğu mu yoksa aklın soğuk berraklığını mı? Bazen bir mühür gibi konuyor cümlenin sonuna, bazen bir ünlem. Bir şair için karga, göğün kenarında dolaşan siyah bir düşünce. Bir hemşire için, hastane penceresinden görünen sade bir leke. Bir adam için, kararın sert yüzü. Şehrin seslerine karga sesi karışınca, İzmir’in gecesi daha hikâyeli oluyor.
Trende Leyla var; dizelerinde durup soluklanan bir kalp. Yan koltukta Canan; çantasında iğneler, cebinde sarsıntılı bir gerekçe. Yavuz ise odasında bekliyor; penceresi körfeze dönük sesi içe doğru kısılmış. İzmir bu üç sese alan açıyor. Kordon’un rüzgârı, ara sokakların taş soğuğu, garın ağır kapıları… Her şey birer durak. Pelin Esmer’in kamerası bu durakları tek tek dolaşıyor; bakış, sesten daha gür çıkıyor. Sarı çiçeğe eğilen mercek, sonra yukarı tellerdeki kargaya süzülüyor: yaşamla ölüm arasında kurulan ince hat.
Şehir, iyilikle çelişkilerin düğümlendiği bir masa gibi. Sorular sessizce bırakılıyor üzerine. “Yardım etmek” kimi zaman bir bedenin acısını dindirmek kimi zaman bir ruhun yükünü hafifletmek… Kimi gün sarı çiçek kadar kırılgan kimi gün karga kadar kararlı. İzmir, bunu bizden iyi biliyor. Deniz, sabaha karşı ilk ışığı yükseltirken, kararlar da yavaşça yüzeye çıkıyor. Kıyı çizgisi, iç çizgimizi kopyalıyor sanki.
Kortázar’ın uzak bir öyküsünden sızmış gibi duran ve ray aralıklarında büyüyen bir zaman duygusu var filmde. Saatler, dakikalar, bir trenin istasyonlara yanaşması… Her duruş, içimizde başka bir yere karşılık geliyor. Karga uçuyor; göğün üstüne bir çizik atıyor. Sarı çiçek yerinde kalıyor, sessizce sabrediyor. Biz de anlıyoruz; bazı kararlar göğe yazılır, bazıları toprağa ve soru, İzmir’in nemli rüzgârıyla kulağımıza değiyor; acele etmiyor, bağırmıyor, sadece soruyor: “İşe yarar bir şey yapmak, insanı nereye götürür?” Bazen bir odaya; bazen garın kapısına. Bazen sarı bir çiçeğin sabrına; bazen karganın soğukkanlı bakışına. Leyla, kelimelerle yokluyor gecenin kenarını. Canan, ellerini sıkıp bırakıyor; kalbin tereddüdü elde bir titreme gibi. Yavuz, susuyor; susuş, cümleden daha belirgin.
Ben bu şehre böyle bakıyorum:
Kordon’da yürürken, kaldırım taşının aralığından fışkıran sarı çiçeği görüyorum, az sonra başımı kaldırıp kargaya bakıyorum. Biri bana hayatın incecik ısrarını fısıldıyor, öteki kararın gölgesini. Film de aynı şeyi yapıyor; İzmir’i bir ayna gibi çeviriyor yüzümüze. Ayna kirlenmiyor, yalnızca gösteriyor ve tren yavaşlıyor…
Son istasyonun ışıkları uzaktan görünüyor; İzmir’in nemi daha ağır, rüzgâr daha tuzlu. Kordon kıyısı sessiz, deniz geceyi içine almış. Tellerdeki kargalar birer birer havalanıyor; göğe siyah çizikler atıyor. Sokak lambasının altında, sarı çiçek hâlâ orada, yapraklarıyla sabrın dilini konuşuyor. Şehir, bütün bu hikâyeyi izliyor; yargılamadan, acele etmeden sessizce dinliyor.
Leyla, trenin camına yaslanmış, defterine bir dize daha yazıyor. Hayat, bazen şiirden çok daha dağınık, çok daha çelişkili geliyor ona. Canan, ellerini dizlerinin üzerinde kenetlemiş, küçük bir ürpertiyi bastırmaya çalışıyor. Yavuz’un odasında nelerle karşılaşacağını bilmiyor ama biliyor; hiçbir şey kolay değil. Yavuz, uzak bir yerde penceresinden denizi görmeden dinliyor geceyi. Kendi bedeni, kendi kararlarıyla çatışıyor; yaşam, bazen insanın taşıyamayacağı kadar ağır bir yük olabiliyor.
Pelin Esmer’in kamerası bakıyor, biz de bakıyoruz ama bakışta yargı yok, hüküm yok, sessizlik var. O sessizlik İzmir’in sessizliği gibi sabırlı, derin, eski taşların arasına sinmiş tuz kokusu gibi ve boyozun kokusuna sığınan bir şiir gibi…
Asıl soru, bu sessizliğin içinde büyüyor: “İşe yarar bir şey yapmak ne demek?” Bazen birinin hayatına dokunmak… Bazen bir bedenden acıyı çekip almak… Bazen bir dizeyi bir yabancının kalbine fısıldamak… Ve bazen hiçbir şey yapmamak… Çünkü hiçbir şey yapmamak da bir cevaptır.
Kargalar uzaklaşıyor, çiçek titriyor. Şehrin göğsünde ince bir rüzgâr esiyor; zaman biraz yavaşlıyor, kararlar biraz ağırlaşıyor. İzmir bu filmde yalnızca bir şehir olmaktan çıkıyor; bir hafıza, bir tanık, bir iç ses oluyor… Ne kadar uzağa bakarsak bakalım, dönüp dolaşıp kendimize varıyoruz.
Tren duruyor, kapılar açılıyor; gecenin nemi yüzümüze çarpıyor. Herkes bir yerlere dağılıyor ama İzmir kalıyor. Kordon’a sabahın ilk ışığı düşerken, sarı çiçek hâlâ orada, karga hâlâ havada bir halka çiziyor. Bir evin penceresinden uçuşan perdeyi görüyorum; içeride kimse yok, ama rüzgâr hâlâ konuşuyor. Hayat bazen böyle bir perde gibi… Görmekle görmemek, var olmakla kaybolmak arasında ince bir salınım.
Biliyorum… O perdenin arkasında bir sessizlik daha var, bakıcı. Filmin en görünmez, en sessiz ama en ağır öznesi. Yavuz’un odasına ilk giren, kararın yüküne gözleriyle dokunan ama hiç konuşmayan. Onun sessizliği, bazen karganın kanat sesinden, bazen sarı çiçeğin titremesinden daha gür çıkıyor. Herkes bir şey söylüyor bu filmde ama en çok susan, en çok görünen oluyor.
Şehir bekliyor. Bizden önce gelenleri, bizden sonra gidecekleri, yarım kalan şiirleri, tamamlanamayan kararları… Ve film bitiyor belki ama soru kalıyor, rüzgârın kulağımıza fısıldadığı o tek soru: “Biz gerçekten işe yarar bir şey yaptık mı?”
Yorum Yaz