Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Uluçay’ın kısa filmlerine baktığımızda doğduğu coğrafya ve beslendiği kültürün izlerini açıkça görebiliyoruz. Karanlık sokaklar, mum ışığı ve gaz lambasının oluşturduğu gölgeler, hayali karakterler, rüzgarın sesi, toprağın sarısı, elemin karası, umudun beyazı, çok rengin varlığı ama hayatın gerçekleri… Uluçay sinemasının ana unsurları yaşadığı yörenin var ettiği dünya idi.
“Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi?” Ahmet Uluçay’ın günlük ve notlarının toplandığı bir kitap. Öylesine samimi ve öylesine hüzünlü ki… Uluçay, toprakla kurduğu ilişkinin farkında ve yaşadığı yerin bir parçası olmasının yanında kendisinin bir parçası olarak da yaşadığı yeri değerlendiriyordu.
Yer, insanın dünya ile kurduğu ilişkinin tarifinde saklıdır. Ya da bu tarif zaten ‘yer’den çıkar. Zira yer, ortaya çıkılan muhit olmasının yanında -sonradan ulaşılsa da- varılan istikamete yol alırken anlamlandırılan kavramların yatağı olur.
Kök salmak ancak böyle mümkündür. Kök için yer lazımdır. Yer varsa kök salınır.
Özellikle sanat üretiminde kök salınan yer ve köklerini tanımlayan toprak çok önemlidir. Zira özgünlüğü teşkil eden şey de köklerinin bulunduğu topraktır. Bir sanatkâr doğduğu ya da yetiştiği topraklardan ne kadar uzağa giderse gitsin mutlaka oranın kodlarını taşır. Kendisi farkında olsun ya da olmasın, bu kurtulabilinecek bir şey değildir.
Bir insan köklerinden ve toprağından neden kurtulmak ister ki?
Bu sorunun cevabını son yüzyılda çokça gördüğümüz ve Doğulu aslının dışında davranıp Batılı yeni toprağına kök salmak isteyen sanatçılarda görüyoruz. İsim vermeyelim ama tarifi yapınca hepinizin zihninde birileri belirecektir.
Bir de doğduğu topraklar ve oranın insanıyla ne kadar sorun yaşarsa yaşasın vazgeçmeyen, kökünün bulunduğu yerden beslendiğinin farkında olarak sanat üreten ve özgünlüğünü de buna borçlu olan isimler vardır.
Ahmet Uluçay, doğduğu topraklarla bağı güçlü olan, olumsuz göstergelerin ve yaşanmışlıkların farkında olarak kendini var eden bir isimdi. Kütahya’nın Tavşanlı ilçesi Tepecik köyünde doğup büyüyen Uluçay, hatıratında çok defa ifade ettiği gibi bölge insanından beslenen ama ahalisiyle ciddi sorunlar da yaşayan biriydi.
Uluçay’ın kısa filmlerine baktığımızda doğduğu coğrafya ve beslendiği kültürün izlerini açıkça görebiliyoruz. Karanlık sokaklar, mum ışığı ve gaz lambasının oluşturduğu gölgeler, hayali karakterler, rüzgârın sesi, toprağın sarısı, elemin karası, umudun beyazı, çok rengin varlığı ama hayatın gerçekleri… Uluçay sinemasının ana unsurları yaşadığı yörenin var ettiği dünya idi.
Ahmet Uluçay belki de sinemamızın hayal dünyası en zengin isimlerindendi. Kısa filmlerindeki fantastik yapı ve karakter çeşitliliği bunun göstergesi. Elbette yaşadığı ve beslendiği coğrafyanın bunda etkisi olmuştur.
Kütahya’ya, Uluçay’ın yaşadığı eve ve tek uzun metraj filmini çektiği eve gittim. Ailesiyle sohbet etme, hatıraları yad etme imkanı da buldum. Filmlerini kaç defa izledim hatırlamıyorum. Ve elbette bir de yazdıkları var…
Kütahya, bulunduğu yer itibariyle ilginç bir “ortak nokta” esasında. Marmara, Ege ve İç Anadolu’nun buluşma noktasında yer alıyor. Zaten iklim şartları da bu çerçevede karasaldan başlayarak yukarı doğru ılımanlaşıyor. Askerliği acemi kısmını Kütahya’da yapmış biri olarak, sabahın erken saatlerindeki ayazdan haberim var. Yazın sıcağı ve baharın ılıklığını da gördüm.
Bulunduğu bölge itibariyle Kütahya, Anadolu hakkında çok fazla fikir veriyor. Öfkeli, coşkulu, düşünceli, neşeli, kederli olmanın hepsi burada var. Ahmet Uluçay filmlerinde de bunu görmek mümkün. Ama en çok dikkat çeken neşe olur. Ve elbette buradan mülhem umut. Ne kadar kederli bir mesele söz konusu olursa olsun Uluçay filmleri umutlu ve mutludur. Kütahya’nın kendisi de öyledir.
Evet, Anadolu… Tarih, insan, iman ve erdemin coğrafyası… Fakat Ahmet Uluçay, toprağıyla olan samimi ilişkisinin yanı sıra bölgesinin insanıyla olan çetrefilli durumu da hatıratında kaleme almaktan çekinmiyordu.
“Ben resimleri seviyordum, masalları seviyordum, renkleri seviyordum. Farklıydım, farklı olmak suçtu” (Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi?) derken, Kütahya’nın kara kışının çatık kaşlarını tarif eder gibiydi. Farklılığının anlaşılmadığının farkındaydı ve esasında bu sayede beslendiğini de biliyordu.
Ve Allah’ı çok seviyordu Uluçay. O’nunla konuşuyordu hep. Duası, iyi insan olmaktan başka bir şey değildi.
“Allah'ım görüyorsun ki ben sağlıklı olamazsam, iyi bir kul da olamıyorum. Lütfen bana seni, sevdiklerini hakkıyla sevebilecek bir sağlık, salim bir kafa lütfet! Bu senin için ne kadar kolay. Bilmez miyim, ne kadar kolay.”
Çocukların ve çiçeklerin olmadığı bir dünyayı da filmi de düşünemediğini söyleyen Uluçay, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ta olduğu gibi ironik bir yaşam dengesinin ortasında kendini var etmeye çalışan biriydi. Gerçek olarak dayatılan şeyi kabul etmeyip kendi fantastik dünyasında çıkış arayışındaydı.
“Kapılarımı, perdelerimi çekip saatleri susturup içimin yangınına bir nisan yağmurunun düştüğünün rüyasını görmek isterdim. Bir çocukluk rüyası görmek isterdim.”
Sevmek, sevdiğinin olumsuz yanlarını da tolere edebilmekten geçer. Görmezden gelmek değil ama… İdare etmek belki. Ama kabul etmek. Ve böylece sevgiyi var etmek. Uluçay’ın, yaşadığı yöre ile bağı böyleydi sanki. Hayal kırıklıkları, yok sayılmaların yanı sıra arkadaşlık ve umutlarla doluydu.
Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi?
“Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi?” Ahmet Uluçay’ın günlük ve notlarının toplandığı bir kitap. Öylesine samimi ve öylesine hüzünlü ki… Uluçay, toprakla kurduğu ilişkinin farkında ve yaşadığı yerin bir parçası olmasının yanında kendisinin bir parçası olarak da yaşadığı yeri değerlendiriyordu.
“Mutlak olarak iyi olan bir insan delirir. Çünkü ait olmadığı , kendisinin bir parçası olmayan bir ortamda yaşamayı beceremez.”
Modern zamanda insanın toprak ile kurduğu ilişki ve kök meselesi gittikçe kıymet kazanıyor. Zira küresel köyde herkes birbirine benzemeye başladığında toprağın ve kökün anlamı kalmıyor. Dünyayı düşünsenize. Birbirine benzemeyen binlerce farklı nokta… Peki, bu durumda binlerce farklı noktadaki insanlar neden gittikçe birbirine benzemeye başladı? Aynı şekilde giyinip, aynı şeye gülüp, aynı hüznü yaşamak zorunda kalmak kadar insanı insanlığından, toprağından ve kökünden uzaklaştıran şey olabilir mi?
İşte Ahmet Uluçay’ın özgünlüğü bu noktada başlıyordu. Yoksunluğu ve yoksulluğu sebebiyle doğduğu, büyüdüğü yere mahpus kaldığını düşünüyorsunuz ama öyle değil. Her şeye rağmen kökünden uzaklaşmıyor. Filmleri de tam olarak bunu gösteriyor. Kendisini var eden toprağın kokusunu alamadığı zaman yok olacağını biliyordu. Ne mutlu ki, ait olduğu toprağın kokusu ile aramızdan ayrıldı ve filmleri sayesinde biz de Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinin Tepecik köyü civarının kokusunu ve rengini hiç unutmayacağız…
Yorum Yaz