Ankara ve Yeraltı

SİNEMA Güncel

Ödül alan kitabın adı da manidar : “Ankara Sıkıntısı.” Edebiyatla sanatla ilgilenen herkese Ankara’da insan ne uzar ne kısalır, böyle şeylerle uğraşacaksan yerin İstanbul, telkini yapılır ve İstanbul’a yerleşmek de yazarlara sanatçılara oyunculara başarı olarak şart koşulur.    

En güzel kadrajlardan biri de iki odanın aynı anda göründüğü sahne. Bütün odaları çekiçle yerle bir ettikten sonra, eve çağırdığı hayat kadınına cesedi çamura bulanmış genç bir kadından bahsediyor. Öteki odada Muharrem’in anne babasının güzel mutlu bir resmi asılı. Bir anda aile zinciri kötülüğünü yıkan bir görüntü.

İnsan giderek ıssızlaşıyor. İnsanları farklı statü ve sınıftan olmalarına bakmaksızın teklifsizce bir araya toplayan sosyal medya platformlarına, şehirleri dolduran kalabalıklara rağmen sahici ilişkiler eriyip gitmekte. Anlamsızlık ve beyhudelik duygusu ise neredeyse insan kadar eski.  

Zeki Demirkubuz Yeraltı filminde (2012) bu dünyanın mihnetiyle baş etmekte zorlanan insanın karanlık iç dünyasına nazar etmiş. Bir Ankaralı olarak en çok da filmin Ankara’da çekilmiş olmasından etkilendim. Gece hayatı, kuytu sokakları, karanlık atmosferi ve kaçış planına geçit vermeyen bağlayıcılığı ile bu şehir, filmin temasıyla çok uyumlu. Yönetmen bu filmde Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar eserini ele alıp serbestçe sinemaya uyarladığını söylüyor. Kitap St. Petersburg’da geçiyor ve yine burada 1864’te basılmış. 

Yeraltı adamı

İsimsiz adam kırk yaşlarında kendi kendine konuşan biridir. Karşımıza geçip ya da açık bir pencereden girerek değil neredeyse yerdeki döşemelerin aralığından hepimize seslenir: “Ben hasta bir adamım… Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanırım karaciğerimden hastayım….Hıncımdan tedavi olmuyorum! Karaciğerim ağrıyormuş, varsın daha beter ağrısın.!” 

Her konuda aynı fikirde olan çoğunluktan ayrılmak, bilinç sahibi olmak hastalık olarak görülmekte, yalnızlaşma ve itilme de bunun kaçınılmaz cezası olmaktadır. Uyanık zihnini ve farkındalığını tedaviyle yok etmeye çalışarak insanlara karışmayı dener adı olmayan yeraltı adamı. 

Filmdeki kahramanın ise bir adı var; Muharrem Bey Ankara için mutat bir kariyerin sahibi olarak devlet dairesinin aynı biriminde yıllardır çalışmakta ve yaşamında ve eylemlerinde bir etkisi görülmese de sol kesim içinde yer almaktadır. Bunu ancak evdeki Che Quevera tablosundan ve arkadaşlarıyla söylediği bir marştan çıkarabiliyoruz. Bir zamanlar şiir ve hikaye yazmakla uğraşmışsa da hayat izin vermeyince hemen vazgeçmiş, ne gereği var duygusuyla pes etmiştir. 

Yakın arkadaşları Cevat, Muharrem’in terk ettiği yazı alanında sebat gösterip edebiyat ödülüne layık görülmüştür ve küçük bir kutlama yemeği düzenler dostları. Sivri dilli kırıcı ve eleştirel olan Muharrem, çağrılmadığı halde kendini zorla davet ettirir. Burada gerçeklerin ve hasedin birbirine karıştığı bir manifesto ile geceyi sabote eden kişi olur. Sorgulamadan idare edip giden insanların hayatına kendi karanlığının çomağını sokar. Aslında söylemek istediği birçok şeyi içinde saklamış ve gün yüzüne çıkarmamıştır bile. “Dünyanın en aşağılık düzeni tam karşımdaydı, artık dayanamıyordum, yüzlerine bile bakmadan hemen kalkıp gitmeliydim.” dese de içinden geçen her şeyin tersini yaptığı bir gece olur. 

“Ankara Sıkıntısı”

Başarı karşısındaki eziklik, haset, zamanın ruhuna isyan, beden diliyle birlikte net bir şekilde ortaya saçılmıştır. İnsan ruhunun karanlık dehlizlerinde gerçek başarıyla kurnazlıkla elde edilenler, hasetle yalancı takdirler birbirine karışıp bir yumak olur ve insanın kendisi bile bunu kolayına çözemez. Ödül alan kitabın adı da manidar : “Ankara Sıkıntısı.” Edebiyatla sanatla ilgilenen herkese Ankara’da insan ne uzar ne kısalır, böyle şeylerle uğraşacaksan yerin İstanbul, telkini yapılır ve İstanbul’a yerleşmek de yazarlara sanatçılara oyunculara başarı olarak şart koşulur.    

Muharrem yalnız adamın çelişkilerle dolu portresidir bir bakıma; bağlanma problemi olan, normalde her şeyi içine attığından sakin ve merhametliyken, bir anda aşağı katta gürültülü müzik dinleyen gençlerin camını kırabilen, hayat kadınlarına iyi davransa da birden ölümle ve kötü sonlarla korkutan biri. İç dünyasında başarı meselesiyle baş edemeyen, kalbi bir türlü yatışmayan, mutmain olmayan, fırtınalarla sürüklenen bir ruh. Ortalama görece mutlu çoğunluğa biraz Bukowski gibi yaklaşmaktadır sanki; Şu hayatta başkalarının çok iyi anladığı benim ise bir türlü anlayamadığım şey nedir acaba?

Tıpkı Yeraltından Notlar kitabından derinden etkilenmiş olan Sartre’ın Bulantı'sındaki Roquentin’in dünyadan ve insanlardan tiksinmesi, hiçlik ve anlamsızlık içinde yüzmesi gibi. Albert Camus’un Yabancı'sındaki Mersault’un   hayata, yakınlarına ve yaşamın anlamı diye ortaya konan her şeye yabancılaşması gibi. 

Benzer bir esinlenmeyi Oğuz Atay’da da görmek mümkün. Tehlikeli Oyunlar kitabında tiyatro oyunları yazan Hikmet Benol ahşap bir gecekonduda yalnız yaşamaktadır ve ilişkide olduğu iki kişiden biri üst kattaki ‘albayım’ dediği Hüsamettin Bey, alt katta ise dul komşusu Nurhayat Hanım’dır. En çok konuştuğu konuşmaktan keyif aldığı kişi ise kendisidir Hikmet’in. “İşte kalem işte ıstırap” diyerek tanımlar albaya hayatını. Kitaptan sonra bir de “Seyyar Sahne" adıyla Karaköy’de bir salonda Erdem Şenocak’ın tek kişilik harika oyunculuğu ile izleyince akıldan çıkması imkansız. Bütün bu kitaplardaki karakterlerde içinde yaşadığınız toplumla birlikte yuvarlanıp gitmeyi reddetmenin acısı, sancısı ve dışlanmışlığı var. 

Yeraltı filminde bir de kocasını kaybedip şehre gelmiş üç çocuklu Türkan var ki insanı derinden sarsıyor. Apartmanın kapıcı dairesinde kendine görece şenlikli bir hayat kurmuş, evlere gündeliğe gidiyor. Apartman yöneticisi yaşlı hasta huysuz saygısız ve arada bir uluyan adama hem bakar hem de ondan nefret ederken bir yandan da Muharrem’in evinde iş görüyor. Muharrem’in dertleştiği, bilgeliğini konuşturup akıl verdiği tek kişi denilebilir. Yaşlı adamı merdivenden itmesini söyleyince bunu yapan Türkan’ın dirayetine şaşıp kalıyor ve kadını suçlamaya başlıyor. Sonra öngörülemez kadın ruhunun en çarpıcı yansıması. Türkan nefretle öldürmek istediği adam ölmeyince, işin içine vicdan azabı da giriyor ve onu başka türlü görmeye başlayıp evlenmeyi kabul ediyor. Türkan yalnız, kimsesiz fakat üç çocuklu ve hayata karşı daha farklı cevapları var. 

En güzel kadrajlardan biri de iki odanın aynı anda göründüğü sahne. Bütün odaları çekiçle yerle bir ettikten sonra, eve çağırdığı hayat kadınına cesedi çamura bulanmış genç bir kadından bahsediyor. Öteki odada Muharrem’in anne babasının güzel mutlu bir resmi asılı. Bir anda aile zinciri kötülüğünü yıkan bir görüntü. Uluma ile kükreme arası seslerle ne kadar kötü biri olduğunu kıza göstermek istese de kızın kaçıp gitmek yerine onun başını okşaması ve şefkatle davranması karşısında kuzuya dönüşen Muharrem. Türk sinemasının geleneğinde kadınlara kötü erkekler karşısında şifalandırma rolü vermek Yücel Çakmaklı’dan itibaren dikkatimi çeken bir damar. Adam ne yaparsa yapsın vazgeçmeyip yaralarına merhem olacak, uğuldayan ruhunu yatıştıracaksın. 

Fakat bu karşılıksız değil aslında. Kız çağrılmadan adeta bir hissikablelvuku olarak gelişini, bir keresinde Muharrem’in ona kendisini çok değerli hissettirmesine bağlıyor. Sessizliğin ve karanlığın içinde anlaşılıyor ki, ilişkinin özü değerli hissettirilmek, sevgi, şefkat, anlama, dinleme ve terk etmek yerine kalıp şifalandırma. Bir anlık da olsa, paranın, başarının, çıkarların, şehvetin ve ruhsuz birlikteliklerin ötesine geçilmiş ve insan için küçük bir ışık yanmıştır sanki.

Bütün bunlar olurken televizyonda bir kültür haberi var, İstanbul’una kavuşmuş olan Cevat, elindeki ödülü babasına ve çok sevdiği Ankara’sına adıyor.  

Yorum Yaz