Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Siirtli dedelerin İstanbullu torunlarına saygı ve sevgiyle
Ben bir Üsküdarlıyım… Yani İstanbul’da yaşayan bir Anadolu kızı… Sırtımı ülkeme dayamış, dünyayı ve Avrupa’yı oradan seyredenlerdenim. Ama ne ayıp ki, Güneydoğu Anadolu bir bütün olarak gönül haritama hâlâ nakşedilmemişti. Bu yüzden Siirt Belediyesi’nin bir konuşma yapma teklifini sevinçle kabul ettim. Ankara’dan kalkan uçak beni Batman’a götürürken, ülkem hakkındaki cehaletimden yüzüm kızarıyordu. Bu dağlar, bu dereler, bu tarlalar, bu ağaçlar benimdi. Ama ben bu toprakları hiç kucaklayamamış, yanaklarına hiç öpücük konduramamıştım…
Batman, Hasankeyf demek. Hasankeyf Anadolu tarihi demek. Şimdi yerinde bir baraj yükselen Hasankeyf, Anadolu’nun geleceği demek. Dicle üzerinde binlerce yıldan beri Batı’dan gelenlere Doğu’nun, Doğu’dan gelenlere Batı’nın elini uzatan bir köprü. Dimdik bir yar üzerinden Dicle’ye kadar inen kayalara oyulmuş evlerin güzelliğini sizlere cömertçe sunuyor. 1300’lü yıllarda inşa edilmiş olan caminin minaresinin şerefesine iki ayrı merdivenden çıkılıyormuş. Artuklular’dan beri huzûr-u Hakk’a bu caminin içinde varmış olan geçmiş zaman efendilerine Fatihalar yolluyorum. Onlar az önce beni köprübaşında karşılayan yeşil gözlü sarışın ya da kara gözlü kumral çocukların dedeleriydi. O dedelerle bu torunların aynı köprünün iki tarafında buluşması yani zamanın sıfırlanması beni bir hoş ediyor.
Yıkık minarelerin tepesinde binlerce yıldan beri gidip gelen leyleklerin yuvası bu sürekliliğin bir başka şahidi değil mi?
Hasankeyf’i sevdim. Ama ah Siirt, ah Tillo… Beni can evimden vurdu. Tillo adını hepimizin hafızasına İsmail Fakirullah ve Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın isimleriyle yazdırmış olan kutsal bir belde. Rivayete göre yüz yirmi bin evliyanın kabri orda imiş. Hazreti İsa’nın havarilerinden Hazreti Yahova’nın kabri Siirt Cumhuriyet Camii’nin içinde. Bundan bizim haberimiz yok. Ama Hristiyanların haberi var mı? Hiç sanmıyorum. Anadolu’nun mübarek çamurunun içinde gözlerden uzak kalmış ne çok elmas gizli.
Tillo’ya yaklaşırken o yüz yirmi bin evliyanın oluşturduğu muhteşem galaksinin ilk yıldızları sizi ışıldayarak karşılamaya başlıyor.
Tillo girişinde yol ikiye ayrılıyor. Biri kasabaya, öbürü Kalâtül Üstad denen mevkiye gidiyor. Kalâtül Üstad Erzurumlu Hakkı’nın adıyla özdeşleştirilmiş… Hazretin yerdeki kayalardan toplayarak yaptığı üç beş metrelik yekpare bir duvar. Orta yerinde açılmış bir pencere. “Dağın tepesinde bu duvar ve ortasındaki bu mazgal da ne oluyor?” diyorsunuz. Mesnevi dünyasının kıtalarını, sayesinde keşfettiği üstadı İsmail Fakirullah’a öğrencisi İsmail Hakkı’nın duyduğu sonsuz hürmeti bundan mı acaba? Eflâtun, Sokrates için, Aristotales, Eflâtun için, böyle bir saygı abidesi dikebilirler miydi? Bir talebenin bir hocaya duyabileceği ezeli ve ebedi hayranlık başka nasıl taçlandırılabilirdi? Doğu’nun irfanının Batı’ya faîkiyetini, kıyamete kadar, bundan güzel hangi abide ifade edebilirdi?
Hikâye şu; her yıl 21 Mart’ta yani geceyle gündüzün eşit olduğu tarihte dağların arkasından doğan sabah güneşinin ışıkları bu küçük pencereden geçiyor. İlerideki kasabada bir dürrü şehvâr gibi parıldayan İsmail Fakirullah Hazretleri’nin Türbesi’nin hemen yanındaki bir kulede bulunan özel aynaya çarparak alttaki ikinci aynayla Hazret’in sandukasının başucuna taşınıyor. Tasavvur buyurun yılın ilk ışınları nasıl bir fizikî mekanizma ile oradan, birkaç saniye içinde dahi olsa, üstadın kabrinin başucuna geliyor ve oraya yaldız yaldız dökülüyor. Bu ne aşk, bu ne hürmet, bu ne idrâk, bu ne minnet…
Hazret “Hocamın kabrinin başını aydınlatmayan yılın ilkbahar güneşini ben ne yapayım?” demiş. Aşağıda belki beş yüz metre dibe inen uçurumun dibinde Botan Çayı deli deli akıyor. Bütün vücudum taş kesilmiş, damarlarımdaki kan Dicle’nin sularından daha deli akıyor…
Nitekim Duygu Asena da kanserle vücudu oyulur, ruhu delik deşik olur iken bu dağın tepesine gelmiş ve “İstanbul sizin olsun, beni burada bırakın, gidin!” demiş.
Sağ gözümün pınarında bir gözyaşı titrerken yere doğru eğiliyor ve oradaki sarı çiçeği koparıp, bu dağın bir nişânesi olarak kurutmak üzere defterimin arasına koyuyorum.
Bu topraklara Erzurumlu’nun ayakları değdi. Abide duvarı inşa etmek için kasaba ile bu mekân arasındaki mesafeyi kim bilir kaç bin defa aşıp geçti!..
Arkadaşların “Arabaya binelim,” teklifini reddediyor ve tepelerin, bahçelerin, bağların arasından yürüyerek kasabaya gitmek istiyorum. Hocasına bu kadar muhabbet duyan Erzurumluya duyduğum hürmet öylesine büyük ki şimdi hocası ile beraber aynı kubbenin altında yatan o muhterem zatın ziyaretine, değil ayakkabılarım ile yürüyerek gitmek, mümkün olsa dizlerimin üzerinde sürünerek gitmek isterdim.
Tillo’dan Diyarbakır’a, Diyarbakır’dan İstanbul’a döndüm. Üsküdar’daki evime vardığımda içimde şöyle bir duygu doğdu: Bundan beri sırtım Anadolu’nun adını bilmediğim dağlar silsilesine değil, onların hepsi adına Tillo’daki Kalatül Üstad’a dayalı, gözlerimse oradaki sarı çiçeklere hülyalı olarak kalacak…
Yorum Yaz