Petersburg’un Sokaklarında Kayıp Bir Zaman Güncesi

SEYAHAT Güncel


Ömür geçip gidiyor. “Biraz para biriksin, işler yoluna girsin, sonra gezerim,” derken yıllar avuçtan kayıyor. Oysa o mazeretler zinciri kırılmadıkça hiçbir yolculuk mümkün olmuyor. Bu kez kulaklarımı o iç sese tıkadım. Alarm veren banka bakiyesine, ertelenmiş e-postalara rağmen St. Petersburg’a gitmeye karar verdim. Çünkü bazen kaçmak değil, kalmak kaos yaratır.

Normalde Rusya seyahati için tercih edeceğim zaman bir kışsever olarak kesinlikle aralık-şubat arası bir tarih olurdu. Kar altında bir masalı doyasıya yaşamak için… Fakat beni bir anda eyleme geçiren “deli perilerim” baharda gelmişti ve bundan ziyadesiyle memnun kalmıştım. Çünkü kışın hava 15.30 gibi kararıyor ve bu, o güzel şehri keşfetmeniz için sizi sınırlandırıyor. (Bu bilgiyle, Petersburg sokaklarında daha fazla adımlayabilmek için bir sonraki seyahatimde muhtemelen Beyaz Geceler zamanını tercih ederim.) Rusya’ya vize kolay, e-vize alıyorsunuz. Muhtemelen bu kolaylık sebebiyledir ki uçak biletleri herhangi bir Avrupa ülkesine seyahatten daha pahalı. Fakat otel fiyatları, şehir içi ulaşım, müze giriş ücretleri, yeme-içme fiyatlarının uygunluğu derken, ulaşım için fazladan ödediğiniz miktarın telafi edildiği kanısındayım. Seyahati üç gün olarak planlamıştım ama ne mümkün, oraya vardığımda anladım ki bu şehre biraz olsun hakkını vermek için en az on gün gerekli.  Üç gün sadece Ermitaj için yeter. Ben iki gün daha uzatabildim ve her şey yarım kaldı hissiyle döndüm. 

İki zıt ses, bir şehir

Şehre ayak bastığımda, aklımda iki zıt edebi ses vardı. Dostoyevski, Petersburg’u genelde karanlık, kirli, umutsuz betimler. “Ya bu sis dağılırsa, bu çürük ve çamurlu şehir de sisle birlikte yükselip duman gibi yok olmaz mı?” diye yazmış. Bir Delikanlının Hatıraları’nda; sis çekilince geriye eski bataklık kalacak sanki diyordu. Ne sert bir hiciv! Elbette doğruluğu var, Petersburg gerçekten de bataklık üzerine kurulmuş. Çar Büyük Petro, Osmanlı’nın Karadeniz’deki kilidini açamayınca rotasını kuzeye çevirmiş ve burada, bataklığı taşla toprakla doldurup bir şehir inşa ettirmiş. Adeta Rusya için “Avrupa’ya bir pencere” açmış. Bir bakıma Osmanlı’nın, Rusya’nın Karadeniz üzerinden sıcak denizlere açılmasına engel olması, Petersburg’un doğuşuna sebep olmuş diyebiliriz. Maliyeti ise binlerce işçinin canıyla ödenmiş. Petro’nun kurduğu bu kent, belki de bu yüzden hep uçlarda dolaşmış; muhteşem saraylar ve sefalet, zaferler ve trajediler iç içe… Dostoyevski’nin karamsarlığı biraz da kendi yaşadıklarıyla ilintili olmalı; bu sokaklarda borçlarını düşündü belki, sürgün öncesi burada tutuklanmıştı... Belki de bu şehir ona hayal kırıklıklarını fısıldadı. Ama diğer yanda Puşkin’in sesi var kulaklarımda. O, Petersburg’a “Petro’nun eseri, severim haşmetini!” diyerek hayranlığını dile getirmiş, Neva üzerindeki bu imparatorluk başyapıtını övmüştü. İki büyük yazar, iki zıt Petersburg: Biri karanlık, çürümüş bir bataklık, diğeri görkemli bir düş şehri. Hangisi haklı? Belki ikisi de… Petersburg’un çelişkisi de cazibesi de burada yatıyor. Her ne kadar bugün parlak yüzüne baktığımızda ihtişamından batağını göremezsek de…

Tarihle yoğrulmuş bir sokak şiiri

Petersburg’a dair size “şehri gezmeye şuradan başlayın” diye tavsiye vermek hata olur. Otelinizden çıkın ve yüreğinizin götürdüğü yere gidin.  İlk büyülenme, bir müze ya da anıtla değil bizzat sokakların kendisiyle başlıyor. Kentin her bir köşesinin “mimarlık” değil, “şairlik” ürünü olduğunu söylesem abartmış olmam sanırım. Sovyet modernizmiyle barok sarayların, neo-klasik katedrallerle Art Nouveau yapıların iç içe geçişi baş döndürücü… Yürürken bir binaya beş saniyeden uzun bakarsanız, görünenin dışında pek çok detayın inceliğinde kaybolabilirsiniz. Biraz tarihine bakayım dediğinizde ise eminim katman katman açılan bir hikayeyle karşılaşırsınız. Sokakları insanda fotoğraf çekme dürtüsünden çok “orada biraz daha, biraz daha durma” ya da “dönmeden kesinlikle bu sokaktan bir daha geçmeliyim” isteği uyandırıyor.

Petersburg sadece mimarisiyle değil, yüzyıllardır şekillendirdiği kültürel mirasıyla da büyüleyici. Puşkin’in dizelerinde hayat bulan sokakları, Gogol’ün karanlık öykülerindeki gölgeler, Dostoyevski’nin sarsıcı iç monologları hâlâ bu şehirde dolaşır gibi. Ressam İlya Repin’in portreleri, Vrubel’in hayal gücüyle örülü tuvalleri ve Çaykovski’nin senfonileri bu kente sinmiş; Mariinsky Tiyatrosu’nda hâlâ onun eserleri sahnelenirken, Şostakoviç’in notaları usulca ses vermeye devam ediyor. Prokofiev’in müziği, Stanislavski geleneğinin izlerini taşıyan tiyatrolarla birlikte, Petersburg’un ruhunu sanatla yoğurmaya devam ediyor. Bu şehir, mimarisiyle bir açık hava müzesi olmasının dışında aynı zamanda yaşayan bir sanat organizması gibi. Her köşesinde tarihin, her penceresinde müziğin, her adımında edebiyatın izini taşıyan bir kültür atlası sanki.

Şehir düz ayak, yürümeye oldukça uygun. Ama mesafeler geniş; o nedenle kimi yerlerde metro sistemi kurtarıcı. Derinliğiyle ünlü metrosu başlı başına bir deneyim, zaman makinesine binmek gibi…

Sanatın soluduğu şehir

Ukrayna-Rusya Savaşı'nın şehre doğrudan bir yansımasını görmek zor. En azından ilk bakışta. Sokaklar canlı, kafeler dolu, müzeler turist alıyor. Ama bir şey eksik: Avrupalı turistlerin kalabalığı. Ambargoların etkisiyle uluslararası zincirler şehirde neredeyse yok; bilindik banka ve kredi kartları çalışmıyor. Eskiden kredi kartlarını metrolarda bile kolayca okutabiliyorken bugün nakitle gelmek şart. Google Maps bazı yerlerde çalışmıyor, restoranların menüleri genelde yalnızca Kiril alfabesiyle yazılı. Yine de bunu aşmak kolay. Yandex, metro içinde bile hangi çıkışı kullanmanız gerektiğini gösteren bir harita sunuyor. Yine Yandex üzerinden kullanılan taksi uygulaması oldukça konforlu. Kiril alfabesinin kullanıldığı yerler için de çeviri uygulamaları gayet hızlı yanıt veriyor. 

Ön yargıları sessizlikle yıkan insanlar

Ve insanları… Mimarisi ve sanatından biraz olsun haberdar gitsem de insanlarına karşı ne kadar önyargılı olduğumu o zaman anladım. Sade, abartısız ve sessiz… Öncelikle bir restorana girdiğinizde bizimkilere inat rahatsız edici bir müzik sesi duymuyorsunuz. Müzik var ama -demiştim ya kentin ruhuna işlemiş işte öyle fon gibi arkada kalıyor- asla öne geçmiyor, sizi rahatsız etmiyor. İnsanlar sohbet ediyor ancak özellikle kulak kabartmadıkça duymuyorsunuz. Bu baskıcı rejimin getirdiği bir hal mi diye düşündüm ama hayır bu bizlerin kaybettiği başka bir sessizlikti sanki… O da saygı… 

Petersburg, her köşesiyle bir kitap gibi: harita bilmeseniz bile yürürken sizi doğru yere mutlaka götürüyor.

Beş gün yetmedi, sadece dokundu. Hoşça kal Petersburg. Bir sonraki buluşmamıza dek, kalbimde parıldamaya devam edeceksin.

Not 1: Girişte size ufak bir göçmen kağıdı imzalatılıp pasaportunuzun içine iliştiriliyor. Benim gibi “Bu da neymiş” deyip alıp bir kenara atmayın. Çıkışta sizden istenecek. 

Not 2: Bir Rusya seyahati planlıyorsunuz özellikle Tardy Travel Youtube hesabındaki videoları izlemenizi öneririm. 



Sümeyra GÜMRAH TELTİK
Sümeyra GÜMRAH TELTİK

 Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV ve Sinema Bölümü’nden mezun oldu. Öğrenim süreci boyunca Kanal D bünyesindeki radyolarda görev aldı. Yönetmen yardımcısı olarak başladığı kariyerini, ...

Yorum Yaz