Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Yaşadığımız dünyanın değişen doğası gereği, artık farklı kültürlerle karşılaşmanın ya da daha doğru tabirle başka bir medeniyetle temas etmenin imkânları fazlasıyla daraldı. Turist aynı’lığıyla çıktığımız seyahatlerimizin bize getireceği bütün sürprizlere fena halde alıştık. Küresel köyümüzde, uçak biletlerimizi alıp, sakince müzeleri, sokakları, tarihi eserleri, mabetleri görüp storyler eşliğinde ülkemize dönüyoruz. Daha keşif meraklısı gezginler için rota dışı anlamların hâlâ gerçek/ulaşılabilir olduğu ortada. Ama mümkün rotalar için konuşursak, ziyaret tecrübesi açısından bize uyum sorunu yaşatacak derecede "farklı" ve nihayetinde oraya ait hissedememe duygusunu tadacağımız kadar radikal birkaç ülke kaldı galiba. Evet, Japonya’dan bahsediyorum. Türkler için "uzaktaki güzel" tabiriyle anılmayı hak eden, ortak tarihsel bağlarımızın olduğu, özgün kültürünü koruyan, Uzakdoğu’nun sonundaki çok sevdiğimiz o çekik gözlü ada. Sebepsizce sevmemizin de sebepleri var aslında. Türkiye-Japonya ilişkileri, uzun yıllar boyunca unutulmaz o iki tarihi olayın gölgesinde yeşerdi. Prens Komatsu Akihito’nun İstanbul ziyaretine karşılık olarak iade-i ziyaret göreviyle yola çıkıp 7 Haziran 1890 tarihinde Japonya'nın Yokohama Limanı'na yanaşan Ertuğrul Fırkateyni, Sultan Abdülhamid’in selamlarını ulaştırdığı İmparator Meji tarafından görkemli törenlerle karşılanmış, ancak dönüş yolunda tayfuna yakalanarak 18 Eylül 1890’da trajik şekilde batmıştı. Bu elim olayla birlikte başlayan dostluğun, 1985’te İran-Irak savaşı sırasında Tahran’da mahsur kalan 215 Japon’un Türkiye tarafından kurtarılmasıyla ulaştığı seviye, diplomasiyi aşarak "kopmaz bağlar"a evirilmişti. Çalışkan, çekik gözlü, vefakâr bir milletin ülkesi. Bizim için ortalama Japonya imgesi böyle. Ama hep çok uzakta.
Japonya’ya ayak bastığınız anda başka bir medeniyetle karşılaşıyorsunuz. Alfabesi, yemekleri, mimarisi, toplumsal yapısı, eğlence anlayışları ve iletişim biçimleriyle, kültürel yakınlık kurabilmenin oldukça zor olduğu, farklı ve "başka" bir coğrafya. Evet, küresel köyümüzün içindeki tam anlamıyla ayrıksı o mekân burası. Katı kurallarla yaşayan, esnekliğin olmadığı, hata payının kabul edilmediği, hiyerarşik, ataerkil, kaideperest bir aklın ürettiği o ideal toplum mitine şahit olmak için bile Japonya’ya gidilir. Kişisel alan sınırlarının bu kadar katı olmasını anlayabilmek bilhassa Akdeniz milletlerini zorlayabilir. Sakin, sessiz, düzenli, saygılı, tertipli, temassız, kurallı evet ama fazla neşesiz geldi bana Japonya. Teknik olarak her şey çok güzel aslında; sokaklar temiz, taşıtlar dakik, hizmetler düzenli, insanlar saygılı, kalabalık var ama kaos yok. Yine de toplamda adını koyamadığınız huzursuz bir tuhaflık seziyorsunuz. Hayır, anlatamadım. Bütün bunlar elbette Akdeniz’den bir bakış. Toplumsallıktan çıkıp ülkenin güzelliğine gelirsek, kadim ile modern arasında dolaşan bir rüya gibi Japonya, her adımda yeni şaşkınlıklara hazırlanarak geziyorsunuz zaten. Hülasa; insan Japonya’yı görmeden ölmemeli. Bu kültürel resim için otuz iki kelime mesela; Şinto, Ninja, Geyşa, Sumo, Kitano, Origami, Kamikaze, Hiroşima, Ronin, Suşi, Anime, Samuray, Aikido, Kabuki, Yakuza, Karate, İkebena, Haiku, Harakiri, Zen, Manga, Kimono, Fuji, İgo, Katana, Şogun, Kurusowa, Shinkansen, Miyazaki, Hattori Hanzo.
Bir rüyanın ayrıntıları
Japonya seyahatine karar vermenin en zor tarafı, bu ülkeyi gezmeye neresinden ve nasıl başlanır sorusudur ki her açıdan haklı, anlamlı. Öncelikle vakti olanlar için dört hafta, olmayanlar içinse en az 10 gün ayırmak gerekir bu yolculuğa. Böyle bir seyahatin yorgunluğuna, zahmetine değmez yoksa. Nereden başlanır derseniz, kesinlikle Osaka’dan. Burayı merkez üssü yapıp güzellikleriyle göz kamaştıran Nara, Kobe, Himeji, Kyoto dörtlüsünü günübirlik görme imkânını da sunması Osaka’yı daha cazibeli hale getiriyor. Elbette Osaka tek başına müstakil güzel. Karmaşanın içinde dolaşırken, zamanın içinde yürüdüğünüzü fark edersiniz bu şehirde. Yüzyıllar boyunca samurayların, tüccarların ve gezginlerin uğrak noktası olmuş Osaka’da size ne iyi gelir peki? Nehrin kıyısındaki şehrin atardamarı Dotonbori’nin canlı sokaklarında saatlerce dolaşmak, Kaiyukan Akvaryumu’nu ziyaret etmek, Tombori Nehri’nde tekne turuna çıkmak, Universal Stüdyoları’nı gezmek, Shinsaibashi’de sushi yemek, zamanın aralık kapısı Hozenji Yokocho Sokağı’nı ağır ağır adımlamak, Osaka Kalesi’ne çıkıp kentin üzerinde zaman yolculuğuna çıkmak, Tsutenkaku Kulesi’nin Osaka’nın göğe uzanan huzursuz bekçisi gibi yükseldiğini görmek ve bir takoyaki (peynirli ahtapot topu) tezgâhına uğramak mesela. İyi gelecektir bunlar mutlaka.
Osaka’dan sonra, dağın ardında denizden önce namıyla güzel Kobe’ye, zamanın kılıcı Shinkansen marifetiyle 15 dakikada ulaşıyoruz. Liman şehri ile dağ kasabası arasında salınmanın, yani dağın içinde denizle göz göze olmanın kendine has güzelliğini yansıtan şehir, 1995’teki büyük depremde harabeye dönmüş olsa da kısa zamanda ayağa kalkarak, bugün turist trafiğinin en yoğun olduğu cazibe merkezlerinden biri haline gelmiş. Kobe’nin namı tüm dünyaya lokum kıvamındaki meşhur etiyle yayılmış. Bu konuda haklı olabilirler, çünkü yumuşak dokusu, aromalı lezzetiyle ağızda dağılan bu et denemeye değer orijinal bir gastronomi tecrübesi vadediyor. Japonya’nın İlk Camisi de bu şehirde. Çin Mahallesi, simgesel deprem heykeli, Meyve Çiçeği Parkı, Kitano-cho sokakları, hamamları, sanat müzeleri, şelaleleri, bitki bahçeleri görmeye değer. Shin-Kobe teleferiğiyle Rokko’ya çıkmak ve dünyanın en uzun asma köprüsü Akashi Kaikyo’yu ziyaret etmek de öyle.
En seçkin listelerde arka arkaya dünyanın en güzel şehri seçilen Kyoto’yu görmek için Japonya’ya gidilir mi? Tek bir sebep olarak Kyoto. Galiba evet. Başkentlerin başkenti unvanıyla Kamo Nehri’nin kıyısında parlayan, güzelliğini ayniyle korumayı başarmış bin yıllık kadim bir başkentten söz ediyoruz. İki an’ın tek zamanda nefes aldığı güzel Kyoto’ta her taş, her bahçe, her dar sokak yeni hikâyeler anlatır size. İmparatorların ayak izleri, şogunların keskin gölgeleri, keşişlerin duaları bu şehre mühürlenmiştir. Tapınakların, sarayların, geçen zamanın şehri. Fushimi Inari’nin binlerce torii kapısından geçip, Kiyomizu-dera’nın ahşap terasının manzarasına daldığınızda anlarsınız Kytoto’yu. Gion’un taş ruhu, dar hanamachi sokakları, Pontocho’nun atmosferi. Filozof Yolu’nda ya da Arashiyama Bambu Ormanı’nda huzurla yürümenin eşsiz güzelliği. Yerel-geleneksel yemeklerden sıkıldığınızda Al Buhara’da özlediğiniz her şey için uzun bir mola.
Tokyo’nun baş döndürücü ruhuna birkaç günlüğüne göçünce ya da Hiroşima’da atom bombası anıtının önünde yakın tarihi yeniden düşününce, ilk Japon başkenti Nara’da ceylanları ellerinizle besleyip, bin yıllık tapınakların gölgesinde serinleyince ya da tarihi Himeji şehrinde Ran ve Gölge Savaşçı filmlerinin çekildiği ülkenin en iyi korunmuş kalesinin beyaz görkemiyle karşılaşınca bu çekik gözlü uzak adanın güzelliğine biraz olsun nüfuz ettiğinizi hissedebiliyorsunuz. Aylarca uzun uzun gezmek istedim Japonya’yı. Bu duyguyu en son Güney Amerika’da yaşamıştım. Kadim ile modern arasında, her şehriyle radikal bir rüya. İnsan Japonya’yı görmeden ölmemeli.
Yorum Yaz