Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Taş köprülerden müze salonlarına, baharat kokulu sokaklardan sanat dolu mekânlara uzanan çok katmanlı bir Adana gezisi.
Şehirle kurulan her temas bir hatıraya dönüşüyor; Adana’da yürümek, aynı anda hem geçmişte hem bugünde olmak gibi.
Adana’ya trenle gelirseniz, daha istasyondan iner inmez sizi yoğun bir baharat ve toprak karışımı kokusu karşılar. Bu koku yalnızca burnunuza değil, zihninize de işler; sizi geçmişle bugünün iç içe geçtiği sıcak bir coğrafyaya davet eder.
İlk durağım Taş Köprü oldu. Seyhan Nehri’nin üzerinde yüzyıllara meydan okurcasına uzanan bu kadim yapı, geçmişin ayak izlerini bugüne taşıyor. Köprü üzerinde yürürken, Roma Dönemi’nin mühendisliğine bugünün koşturmacası içinde tanıklık etmek büyüleyiciydi.
Roma’dan Ulu Cami’ye
Taş Köprü’den ilerleyerek Ulu Cami’ye vardım. Selçuklu, Memlük ve Osmanlı etkilerini aynı anda taşıyan taş işlemeler, insanı zamanın dışına çıkarıyor. Caminin avlusunda sessizce otururken, bir yanda dualar, diğer yanda sokaklardan yükselen kebap dumanı birbirine karışıyor; Adana’nın maneviyatı ile iştahı aynı anda insanı sarıyordu. Bu sahne, beni çocukluğumun renkli anılarına götürdü.
Sonra sokaklara daldım. Tarihi Kazancılar Çarşısı’nda bakır cezveler, eski saatler ve el dokuması kilimler arasında kayboldum. Esnafla ettiğim kısa sohbetlerde, Adana şivesiyle harmanlanan o sıcaklık, bir yabancıya bile sanki yıllardır burada yaşıyormuş hissi veriyordu.
Öğle yemeğini ertelemek istemedim. Çünkü yemekle harmanlanmış bir şehirde öğün atlamak, mideme büyük bir ihanet olurdu. Küçük bir ocakbaşında tattığım Adana kebabı; yalnızca acısıyla değil, yanında gelen şalgamın ekşiliği, közde pişmiş domatesin sıcaklığı ve çeşit çeşit mezeleriyle damağımda iz bıraktı.
Akşamüstü Atatürk Parkı’na uğradım. Palmiye ağaçları arasında yürürken, Adana’nın yalnızca sıcağıyla değil, yeşiliyle de sarıp sarmaladığını fark ettim. Güneş gökyüzünde kızıl bir battaniyeye dönüşürken, “Bugünlük bu kadar.” dedim. Rotamın kalanını ertesi güne bıraktım.
Sessiz zaman kapsülleri: Arkeoloji ve Sinema Müzeleri
Yeni günün ilk durağı Adana Arkeoloji Müzesi oldu. Anadolu’nun katman katman tarihini barındıran bu müzede her vitrin, adeta bir zaman kapsülüydü. Kilikya’nın bereketli topraklarında doğmuş heykellerin yüz hatlarında, zamanın elleriyle şekillendirdiği dinginlik beni derinden etkiledi. Sessiz ama anlatacak çok şeyi olan bir müze burası.
Sonra Adana Sinema Müzesi’ne geçtim. Yeşilçam’dan Şener Şen’in sesine kadar uzanan nostalji, her köşeye sinmişti. Siyah-beyaz afişler, eski kameralar, taş plaklardan yükselen melodiler… Sinema salonlarının karanlığında yaşanmış milyonlarca hikâyeye açılan pencereler gibiydi. Zaman ne kadar kayda alınırsa alınsın, asla olduğu gibi kalmıyor.
Estetiğin mabedi: Sabancı Merkez Camii
Sabancı Merkez Camii’ni yalnızca bir ibadethane değil, kültürel bir eser olarak görmek başlı başına bir deneyimdi. Mimarisindeki detaylar, iç mekândaki ışık oyunları ve cam işlemeler; ibadetin ötesinde, estetik bir arayışın izlerini taşıyordu. Kubbesine bakan gözlerim, yalnızca inancı değil, sanatın sonsuzluğunu da gördü.
Geçmişin izinde: Tepebağ Mahallesi
Adana’nın sanatı sadece müzelerde ya da camilerde değil, sokaklarında da yaşıyor. Tepebağ Mahallesi’nde dolaşırken, zamanın dokunmaya kıyamadığı taş evlerin gölgeleri arasında kayboldum. Bazen bir kapının üstündeki demir işleme, bazen duvara yaslanmış paslı bir bisiklet geçmişin fısıltısıyla konuşuyordu. Sanki geçmiş oradaydı da biz farklı bir zamandan ona misafir olmuştuk.
Modern ile gelenekselin dansı
Günün en canlı durağı Adana Kültür ve Sanat Merkezi oldu. Yerel sanatçıların sergilediği çağdaş eserler, folklorik izler taşıyan resimler ve doğaçlama müzik performanslarıyla sanat, yüksek tavanlı salonlardan fırlayıp halkın arasına karışıyordu. Modern ile gelenekselin dansına tanık oldum adeta.
Son durakta, geceyi Büyük Saat Kulesi’nin gölgesinde geçirdim. Elimde bir bardak şalgam, şehirle vedalaştım. Roma’dan bize miras kalan Taş Köprü ile zamanı başlattık; Büyük Saat’in altında zamanı ve hatıraları ölçerek bitirdik. Her bakışta bir nota çalıyor, bir hikâye canlanıyordu.
Adana, sanatın sadece bir alanı değil; bir hâli. Bu şehirde kültür, sıcakta pişer; sokakta ses bulur, taşta şekillenir. Adana’nın ruhu, Anadolu’nun irfanını Akdeniz’in özgürlüğüyle birleştirir.
Yorum Yaz