Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Cizre’de yaşadığım yıllarda defterime şöyle bir başlık atmışım, “Çocuğun İçinde Koşan Atlar”, altındaysa şunlar yazıyor:
Cizre’de sonbahar yoktu. Ve diyebilirim ki bütün eylüller ve ekimler yazın bir uzantısıydı. O boğucu, sıcak, yalnızlıkla dolu geçen yazın. İnsan evin içinde böyle yalnız, taşranın gündüzleri içinde böylesine hareketsizken biçim verebileceği tek şeye sarılır, yazıya. Belki de henüz hiç düşünülmemişi ve yazılmamışı bulabilirim, kimsenin hayal etmediği o kitabı yazabilirim düşüncesiyle sığınır kaleme kâğıda. Alabildiğine uzanan çıplak dağlar, yüze vuran sıcak kum, masanın üzerine düşen birkaç yapışkan çekirgeyle birlikte girer yazıya.
Sonbahara hiç de benzemeyen böyle bir eylül günü, uzaktan görmüştük o çocuğu. Öteki çocukların arasında. Parkta. Üç tekerlekli bisikletin üzerindeydi ve şen çığlığı, öteki çığlıklara karışıyordu. Çocuk uzağımızdaydı. Ama birinin, bisikletinin arkasından hızlıca ittiğini görebiliyorduk. Belli ki çocuğun da hoşuna gidiyordu bu. “Hızlı daha hızlı daha daha hızlı.” Ötekiler koşuyordu. Çocuk bisikletiyle takip ediyordu onları. “Hızlı daha hızlı daha daha hızlı.” Çocuklar az ilerideki, yolun solundaki, mavi kaydırağa çıkmaya başladı şimdi. Kovalamaca burada devam edecek. “Hızlı daha hızlı daha daha hızlı.” Fakat çocuğun arkasında artık kimse yok. Hepsi şu mavi, dönen kaydırağın tepesinde. Onlara bakıyoruz, bu kez yakından. Çocuk mavi kaydırağın hemen ucunda unutulmuş, ilerleyemiyor. O an anlıyoruz yürüyemediğini. İlerlemesi için birinin onu itmesi gerektiğini o an kavrıyoruz. Çocuk yerdeki bir çöpü alarak kumları eşelemeye başlıyor. Yalnızlığını ve cansız bacaklarını unutmak için. Ötekiler de unutuyor çocuğu. Koşuyorlar. “Hızlı daha hızlı daha daha hızlı.” Birileri tekrar hatırlayıp bisikletin arkasına geçinceye dek kalacak çocuk orada.
Tek bir ağacın yetişmediği çıplak tarlalar, toz fırtınaları, Nuh’un gemisi, Cudi Dağı, toprak tandırlar, çekirge sürüleri... nasıl anlatsam çocuğun içinde koşan dolu dizgin atları?
Sonra bir başka gün ve bir başka başlık, “Mem u Zin”, altında uzunca bir yazı:
Çocuk, siyahlara bürünmüş annesinin eteğini çekiştirdi parmağıyla gösterirken mısır kazanını. Annesi, çarşafını omuzlarına indirirken altından görünen sapsarı saçları, saçlarıyla aynı tonda küpeleri rüzgârla savruldu. Bir başka kadın pazar tezgâhından domates doldururken sepetine, üzerindeki çarşafı omuzlarına indirdi yine. Omuzlarına, gece karası saçları döküldü. Cizreli kadınların giydiği çarşafa benzeyen siyah örtülerin, inançla olan kopuk bağını ilk o gün fark ettim. Dilediklerinde örtülere bürünen bu kadınlar, aynı doğallıkla örtünün altından çıkabiliyorlardı. Ancak yine de bu siyahlara bürünmenin, bu yas halinin gelenekle ilintili de olsa bir anlamı olmalıydı. Abdaliye Medresesi’nin bodrum katındaki iki aşığın kabrinde, sorularıma yanıt bulacaktım, ancak henüz bunu bilmiyordum.
Şehirdeki yeşilin eksik tonuna karşın Abdaliye Medresesi, olabildiğince yeşille, zeytin ağaçları ve bu ağaçlara yuva yapan kuş sesleriyle bezelidir. Çölün içinde dört mevsim baharı saklayan sığınaklar gibi. Medresenin avlusundaki sıralı taş blokları geçip, aşağı kata uzanan merdiveni takip edince Mem ve Zin’in kabri görünür. Yan yana iki kabir. Mem’in mezar taşında bir puşi, Zin’inkinde yeşil bir yazma. Kabrin üstünde ise kurumuş gül demetleri, ufalanmış yapraklar ve sahipsiz yüzükler… Dikkatle bakınca iki aşığın hemen arkasında bir kabir daha fark edilir; dua edilmeyen, bir mezar taşı bile olmayan, küçük, bakımsız bir kabir. Bekir’in kabri. Bekir kim mi?
Belki de her şeyi en baştan anlatmalıyım:
Şehirlerin kendilerini tanımlarken kullandıkları, sahiplenip kendinden olana dahil ettikleri ulular vardır; bu bir deli de olabilir bir aşık da, mitolojik bir kahraman da olabilir bir ağaç da. Şehre adımınızı attığınız o ilk anda, varlıkları bir biçimde hissedilir. Levhalar onu gösterir, tabeladaki oklar. Dükkânlara, çay bahçelerine ağız birliği edilmişçesine onun ismi verilir. Bakışı, kendinden uzağa düşürmeye imkân yoktur.
Mem’in satranç oynarken resmedildiği tablo, Cizre otogarındaki bir acentede karşınıza çıktığında, zamanın kılıcının isabet edemediği, şehrin üzerinde gezinen o şeyi fark edersiniz. Tazeliğini yitirmemiş aşkı. Mem ve Zin’i. Bir kebapçı dükkânına, Dicle’nin kenarındaki bir parka isimlerini vermişlerdir. Şehre baktığınızda, iki aşığın yüzünü görürsünüz bu yüzden. “Nevruz gününde ay ve güneş gibi âlemi aydınlattılar,” der Ehmedê Xanî o ilk karşılaşma anı için. Şehirlilerin ve askerlerin sokağa döküldüğü nevruz şenlikleri esnasında görmüştür aşıklar birbirlerini. Kalbe ilk düğüm atılmıştır. “Gönül, içine dolan aşkın yeri olmuş. O dolan, bu boş olanın içindedir. Can, ciğer, yürek ve bütün iç varlığım. El, baş, ayak, sırt ve gözlerim.”
O günden sonra Mem’in dostu Tacdin’in yardımıyla buluşup söyleşirler. Mem, sözü dirilten şairler gibi şiirler fısıldar sevdiğine. Kavuşma ümidi, bu fısıltının dibinde köklenir. Ancak ağacın yapraklarından biri kopup düşmeye görsün, diğerlerinin peşi sıra gelmesi için rüzgâr beklenmez. Dağılan fısıltıdan, yere serilenden habersiz bir satranç tahtasının önüne diz çökmüş aşık, sevdasını dile getirince zindana atılır böylece. Hikâyenin çatışma unsurunu üstlenen, kötülüğü köpürten Bekir, rüzgârı beklememiştir. Bir sene kadar zindanda kalan Mem, hasretten ölecek duruma geldiğinde ilahi aşkı tadar ve dünyasını değiştirir. Hikâyenin çözüldüğü yerdir burası. Oklar, bu noktadan sonra Bekir’e çevrilecek, Zin’in acıyla yoğrulan ruhundan kopup sevdiğinin mezarında dile gelenler de onun son sözleri olacaktır:
“Ey vücudumun ve canımın mülkümün sahibi,
Ben bahçeyim, sen de bahçıvan.
Senin bahçen sahipsizdir.
Sen olamazsan onlar neye yarar?
Kaşlar, gözler, zülüfler neyedir?
Zülfümü tel tel çekeyim.
Sonra yârim sen, beni belki değişik görürsün.
En iyi hepsi yerinde kalsın.
Hakk'a emanetim teslim edeyim.”
Hikâyenin son durağı olan Abdaliye Medresesi’nin bodrum katında, iki aşığın kabrinin başında oturan Belkıs Teyze, örtüsünü omuzlarına indirip, sırtını Bekir’e dönerken büyük büyük ninesinin anlattığı bir hikâyeyi anlattı bana: Zin, herkesçe bilinen bir beyin kardeşi olduğundan Mem’i görmeye giderken yolda tanınmamak için siyah örtülere bürünürmüş. Örtü, arkasına gizlenilen bir perdeymiş Zin için. İki âşık terk-i diyar eyleyince de Cizreli kadınlar, onların yasını tutmak gayesiyle bu şekilde giyinmeye başlamışlar. Sevdiğiyle kavuşamayanların bedenlerini ve ruhlarını örttüğü bir örtü oluvermiş bu. Gönül verdiği kişi bir başkasıyla evlenen yahut sevmediği bir adamla hayatını birleştirmek zorunda bırakılan kadınların simgesi olmuş kara örtüler. Bu toprağın kadınları, Mem ve Zin’in kederle yoğrulmuş öyküsünde kendilerini bulmuşlar böylece.
Yazının bittiği yere, yeni bir not düşüyorum: İnsanın ve şehrin hikâyesinin birbirine karıştığı yerde şehir konuşmaya, kendi hikâyesini anlatmaya başlıyor.
Yorum Yaz