Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Nisan ayının başında eşimle beraber ilkbaharın en güzel vaktinde Japonya’ya bir seyahat planladık. Uçağımız Osaka’ya gece indi ardından hızlı trenle otelimizin olduğu yere geçtik. Kalabalık bir ülkeye adım attığımızı düşünüyorduk ama ilk hissettiğimiz şey sessizlik oldu. Osaka’da geçireceğimiz sekiz günlük serüven böylece başladı. Valizleri otele bırakır bırakmaz dışarı çıktık. Uzun bir uçuşun ardından tek isteğimiz güzel bir yemek yemekti ama saat geç olduğundan birçok restoran kapanmıştı. Açık olan yerlerin menülerine göz attığımızda her yerde domuz eti servis edildiğini gördük. Gece vakti sokaklarda yürüdük, şehri saran düzen ve dinginliğe hayran kaldık. Saat 01.30 olmasına rağmen ve sokakta tek bir araba yokken bile yayalar kırmızı ışıkta duruyor, yeşil ışığın yanmasını bekliyordu.
Gece vakti açık olan Don Quijote isimli mağaza, ilk keşif durağımız oldu. Dışarıdan bakıldığında bir süpermarket gibi duran bu yapı, içeri girildiğinde adeta bir mimari paradoksa dönüşüyordu. İçinde ilerledikçe avcılık malzemelerinden kozmetiğe, elektronikten yiyecek ürünlerine kadar hemen hemen her şey bir aradaydı. Mağazayı yol yorgunu halimizle değil de gündüz daha sakince gezmemiz gerektiğine kanaat getirdik ama sonra tekrar uğrama fırsatımız olmadı maalesef.
Ertesi gün yolumuz en hareketli muhitlerden biri olan Namba’ya düştü. Tokyo’nun kalabalığı ve kaosu yerine Osaka’ya gitmiş olmamız bizi fazlasıyla memnun etti. Elbette Tokyo’nun etkileyici temposunu da görmek isterdik ama ruh hali olarak oraya hazırlıklı değildik. Bundan dolayı Namba’nın curcunası dahi yeterli oldu bize. Şehir, üzerimize yığılmadı. Tam aksine, içimize işleyecek kadar etkileyiciydi. Özellikle Dotonbori bölgesi, devasa reklam tabelaları, hareketli kalabalığı ve sokak yemekleriyle adeta bir festival alanı gibiydi. Burada alışverişten yemeğe her şey capcanlıydı. Farklı sokak lezzetlerini denedik; çilekli mochi, acai bowl, sushi ve ahtapot topları (takoyaki) hem uygun fiyatlı hem de oldukça lezzetliydi.
Bir sonraki rotamızda şehrin kalbinde yükselen Osaka Kalesi’ne giderken OsaCoffe’den kahvelerimizi alıp kalenin girişindeki su kanallarıyla çevrelenmiş ve sakura çiçekleriyle bezenmiş parka yürüdük. Geleneksel kıyafetlerini giyip gelenler fotoğrafçılarıyla geziyordu. Kısa bir yürüyüşten sonra Osaka Kalesi görkemiyle adeta bir tablo gibi karşımıza çıktı. Kaleye çıkıp şehri izledik. İçeride bulunan simülasyonlu anlatımlarla kalenin tarihini izledik.
Ulaşım açısından Japonya gerçekten bambaşka bir dünyaydı. Metro ağına ilk adım attığımızda, bu kadar karmaşık görünen bir sistemin nasıl bu kadar düzenli işlediğine inanamadık. Aynı ray üzerinden farklı istasyona giden trenler geçiyordu. Haritalar, istasyonlar, güzergahlar ilk başta çok kolay gibi geldi, birkaç kullanımın ardından sisteme hayran kaldık. Buna rağmen bu sistemin bir eksiği var ki o da Google haritaların gitmek istediğiniz istasyonun girişine kadar götürmemesi. Doğru peronu bulmak turistler için biraz zorlaşıyor haliyle. Metro istasyonları neredeyse laboratuvar kadar temiz. Yolcular sessiz, dikkatli ve birbirine karşı son derece saygılı. Kimse telefonla konuşmuyor, sesli şekilde müzik dinlemiyor. Metro kaptanları üniformalarıyla dimdik duruyor; trenin kalkışından varışına kadar her bir adımı özenle yürütüyorlar.
Kyoto dönüşünde kaybolduğumuz bir anda yaşadığımız küçük bir olay bu ülkenin insan ilişkileri konusundaki yaklaşımını çok iyi özetleyecektir. Gideceğimiz yönü karıştırmış, istasyonlar arasında dolaşmaya başlamıştık. Yardım istemek için yanına gittiğimiz bir görevli, sadece yön tarif etmekle kalmadı; istasyonlar arası geçişlerde bizimle uzun bir yol yürüyüp gideceğimiz yere kadar götürdü. Japonlar herhangi birine yardım etmeyi bir lütuf değil, görev gibi görüyor.
Tapınaklarda zamanı unutmak
Kyoto’da ise Fushimi İnari Tapınağı’na gittik. Japonlar, tarihi ve kültürel dokularına ciddi bir şekilde sahip çıkıyorlar. 700’lü yıllardan günümüze kadar aynı haliyle korunmuş. Tori adı verilen kapıların önünde bol bol fotoğraf çektik. Tapınaktan aşağı, şehrin içine doğru yürürken yine tapınağın sınırları içinde kalan ağaçlık bir alanda durduk. Orada içimi bir sakinlik kaplayıverdi. Gözlerimi kapatıp kuş seslerini dinledim. Buralarda bir evliya mı yatıyor bu huzurun kaynağı nedir diye sorgulamadık değil. Ardından geleneksel evlerin yanından dar sokaklarda yürüdük… Her şey adeta zamanın içinden geçip bugüne ulaşmış gibiydi.
Ardından yönümüzü Nara’ya çevirdik. Adlarını aklımızda tutamadığımız kadar tapınak gezdik. Biz gezerken hafif yağmur yağdı. Şehrin kokusu öyle güzel değişti ki, bayıldık. Nara’nın geyikleri çok meşhur. Parklarda özgürce dolaşan geyikler, ziyaretçilerin elinden yiyecek alırken bile son derece nazikti. Onlara eğilerek selam verdiğimizde başlarıyla karşılık verdiler, bu çok etkileyiciydi. Bazı geyikler ise naziklikten pek uzak, elimizde yiyecek gördüğü gibi yanımıza koştular. Nasıl başa çıkacağımızı bilemediğimiz bir anda çantamı ısırdılar, diş izi çıktı. Nara’dan bize küçük bir anı oldu.
Düzenin ve huzurun ülkesi
Japonya’nın bizi etkileyen yönlerinden biri de şehirlerdeki genel temizlik oldu. Hiçbir yerde çöp kutusu olmamasına rağmen sokaklar tertemizdi. Her araç sanki yeni yıkanmış gibi parlıyordu. Trafik kurallarına uyan, sakin sürücüler ve yayalara saygı duyan bir sistem vardı. Hatta bir noktadan sonra, korna sesi, arabalardan bangır bangır çalan müzik sesi duymadığımızı fark ettik. Bu sessizlik ve huzur ülkenin hem kendisine hem de dışarıdan gelenlere duyduğu bir saygının dışavurumuydu bence.
Bu seyahat boyunca sıkça düşündüğüm şey şu oldu: Evet, Japonya gelişmiş bir ülke. Bu gelişmişliğin yanında kentin estetiğini de bozmadan inşa etmişler. Herkesin birbirine karşı saygısı var, yüksek katlı binaların birbirine sıfır yaslı olmadığını ve arada bir boşluk pay bırakıldığını gördük. İnceliği, zarafetin ve insan olmanın inceliklerinin korunduğu bir kültürleri var. Gündelik hayatın her ayrıntısında buna tanık olmak mümkün. Bu nedenle Japonya bizim için insan ilişkilerini, disiplini, sadeliği ve özeni yeniden düşündüğümüz bir yolculuk oldu.
Bir ülkeyi tanımak, yalnızca onu gezmekle olmuyor. İnsanlarının nasıl yaşadığını, nasıl davrandığını, neye değer verdiğini gözlemlemek gerekiyor. Japonya bize bunu fazlasıyla sundu. Artık sokak lambalarının altında yürüdüğümüz güzel yolları, sushi yemeğe gittiğimiz o dükkandaki yaşlı amcanın komik cümlelerini, metroda bize tatlı tatlı gülümseyen japon kız çocuğunu, yardımsever bir görevlinin sessizce bize yol göstermesini unutmak mümkün değil.
Bu yolculuk, bir harita üzerinde çizilmiş rotalardan çok daha fazlasıydı.
Yorum Yaz