Menekşe Oruç

Köşe Yazıları

“Aşk odu evvel düşer ma’şûka andan âşıka

Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervâneyi”

Fuzûlî

 

Vaktiyle Ayasofya’ya mum yapan Menekşe Oruç köyünün üzerinden uçan bir martı, hayır hayır bir leylek…

 

Anlatsa gördüklerini, o ince dumanı, gül kokan havayı, is biriktiren kandili, her dem yeniden doğan ağacı…

 

Üç Çiçek dergisini okuyan biri vardı bu köyde bir zamanlar, yakın gözlüklerinin üzerinden…

 

Damien Hırst’in ‘Kış Ninnisi’ne nazire yapardı kalbinin atışıyla ve “alyanak bir kuklacıdan ucuz hüzünler kiralardı.”

 

Tüm bunlar olurken Ayasofya için mum yapılmaya devam ederdi, büyük, küçük, ince, kalın, uzun, kısa, kokulu, kokusuz…

 

Itrî henüz ‘Segâh Mevlevî Âyini’ni bestelememişti ve ağaçlar da tennûrelerini giymemişlerdi.

 

Sen de etnografya müzesi gibi bakmıyordun o zamanlar…

 

‘Meleklerin Taşıdığı Ölü İsa’nın tam karşısında üç büyük mum zaman gibi eriyordu, bir çapaktı saatler zamanın gözünde…

 

Lorca’nın ‘Karanlık Manolyası’nın gölgesi caminin üzerine düşüyordu, birkaç Mevlevî külâhı ve taşlara kazınmış birkaç beyit.

 

Çan çiçeklerinin sessizliklerini ölçen bir sistem geliştirmişti köyün çobanı ve köpeği uzaklara bakıyordu onun da…

 

Menekşe Oruç köyünde Sarı Abdullah Efendi’yi yâd ettim: “Ahrârın kalpleri, sırların kabirleridir.”

 

Bir sır değil mi Menekşe Oruç köyü de?

 

“Sana bir sır söyleyeceğim, zaman sensin” diyen şairin melekleri yazın eteklerinden buğdaylar biçerken kim duydu sesini sarının?

 

Üzerine zer mürekkep dökülmüş bir sarı daktilo gibi yerleşmiş tepeye bu köy; uğultulu bir tepeye…

 

Bir beyit:

 

“Bir şu’lesi var ki şem-i cânın

Fânûsuna sığmaz âsmânın”

Yorum Yaz