Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Murat Yalçın’ın yeni kitabı Dalga Boyu hakkında yazmadan önce eski kitaplarından bahsetmek istiyordum. Daha doğru ifadeyle onun öykü evrenine eleştirel bir bakış sağlamak niyetindeydim. Bununla beraber Alim Kahraman’ın kendisi için söylediklerine ben de katılıyorum: “Türlerin sınırlarını çok sıkı tutmamak lazım onun kitaplarını okurken; çünkü her türlü sınırlamayla başı hoş olmayan bir yazar var karşımızda.” Aslında bu türlerarasılık ya da kurguda her an başka türlere selam verebilme yetisi onun edebî metinlerdeki başarısının da bir kanıtı bana göre.
Yeni bir gerçeklik kazanan mekanlar ya da insanlar
Yazarın çok daha önce yayınlanmış Kesik Hava adlı eserinde imgesel bir anlatımın peşinde olduğunu düşünmüştüm. Bir başka eseri Pera Mera’da ise kahramanların gerçekçi ve sahici oluşu zirveye taşınmıştı. Sıradan bir doğa olayını ya da insanı en gerçekçi biçimde işliyordu yazar. Evet, aslında mekanlar ya da insanlar yeni bir gerçeklik kazanıyordu onun öyküsünde. Bu bence var olanı tasvir edebilmenin de ötesinde olağanüstü bir şeydi. Bahsettiğim bu hususu Kesik Hava’nın ilk öyküsü olan “Ecel Teri”nden bir kısımla örneklendirmek isterim: “Güneş mi yağdı yağmur mu? Limon gibi sıkıldı gök. Göğün zırvalaması bu, başka bir şey değil. Kimse aldırmadı, havasını bozmadı; ne kaçan oldu ne hızlanan. Herkes şemsiyesiz, herkes yalnızdı oysa.”
Düzelti istemez bir üslup
Yazarın anlatımı düşünüldüğünde evvelden beri temiz ve düzelti istemez bir dili olduğunu düşünmüşümdür. Anlatılan hikaye ne olursa olsun, dilin kusursuzluğu onu öne çıkaran bir etken olarak karşımızda. Okura yaşattığı kusursuz dil şöleni bazen okur için yeterli tatmini sağlıyor, sanki onu eleştirecek bir eleştirmen de düğmesini ilikliyor. Dalga Boyu’nda ise bazen devam eden bazense yepyeni temalar var. Elbette yazarın yaşadığı yerlerin öykülerde izi olduğunu da gözlemliyoruz.
Eserin ilk öyküsü Nare, bir mekan öyküsü olmakla birlikte gerçekçi karakter tasvirleri ile yanı başımızdaki insanları anlatır gibidir. Aslında sadece mekanı değil yanından geçip gittiğimiz bir insanı ya da civarımızda yaşayan ama bambaşka ve kendine has bir dünyaya sahip insanı çok iyi resmeder yazar.
Yazar kolay bir dilin peşinde değil
Kolay bir dilin peşinde değil Murat Yalçın. Bunu kitabın ikinci öyküsü olan “Klasik Ustalıklar”da daha net anlarız. Üsluptaki yer yer şiirsellik ya da kendini hem de hiç kolay ele vermeyen anlamı okurla beraber bulmak ister gibidir yazar. İlgili öyküde şöyle söyler ben anlatıcı: “Bir çağdan bir çağa, bir çığdan bir çığa yuvarlanan belleğimin kayıp/buluntu eşya bürosu suskunluğu beni yoruyor.” Bu türden kelime oyunları ya da ses tekrarlarının felsefik arka plan olarak okuru düşünmeye itmesinin yanı sıra şunu düşündürür bana: Suskun bir bellekle karşı karşıya değiliz oysa. En azından karakter değil de yazar düşünüldüğünde. Çünkü biraz evvel bahsettiğim kendini ele vermeyen ve zor bir üslubun peşinde olma bahsi biraz da bununla alakalı. Yalçın, tıpkı Cahit Zarifoğlu’nun bir demecindeki gibi seçkin bir okur kitlesine sesleniyor. Bu üslubun talibi azınlıkta kalsa da seçkindir. Şair ve yazar Ali Ural’ın Posta Kutusundaki Mızıka adlı kitabında şöyle bir ifade geçer: “Sevgili dost. Eğer yeryüzündeki bütün elleri bir masanın üzerine koysalar, elini bulabilirdim onların içinden.” İşte Murat Yalçın’ın da üslubunu bir diğerinden ayıran ve onu biricik kılan bir şeyler var. Bu yüzden karşımıza alıp okuduğumuz metinler arasında onun dilini keşfetmek ve ayırt etmek çok olası. Bu metnin bir zaafı değil orjinalitesiyle ilgili üstelik.
Aynı zamanda onun öyküsünde her ayrıntı, belki çok sıradan bir tasvir dahi kurguya hizmet eden bir görev üstleniyor. Böylece çok kısa sürede öyküde atmosfer ellerimizden tutuyor. Yani her şey olması gerektiği gibi, diyebiliriz Dalga Boyu’nda. Böylece sıkı bir öyküde boy vermenin yolunu buluyoruz.
Öyküdeki kartpostal gibi görüntüler
Her yerde olan hiçbir yerdedir. Bazen bunun öyküsüyle karşı karşıyayız eserde. Kurgu, atmosfer ve bunların yazarın öyküsündeki yerinden bahsediyorum ama aslında bu öyküleri ararken her ne kadar mevcutsa bile o kurgu başarısını aramıyorum. Çünkü var olan üslup ve anlatılanlar bana bir okur ya da yazar olarak gerekli memnuniyeti sağlıyor. Londra Çınarı öyküsündeki şu cümle gibi: “Bazı yağmurlar köylere kent dekoru verir, bazı karlar da kentleri tipili dağ başına çevirir.” Bu kartpostal gibi görüntüleri hayal etmek de satır aralarındaki yazarları keşfetmek de güzeldir yazarın öyküsünde. Öykülerinde bazen İtalo Calvino’ya bazen Turgut Uyar’a, bazense Edip Cansever’e ve nicesine selam verir Murat Yalçın. Eserin sonlarına doğru diğer öykülerle birlikte düşünüldüğünde farklı görebileceğimiz bir öykü olan Güneşsiz Günce de Nurullah Ataç’la ilgili bir öykü. Yazar adından hiç bahsetmez ama bu öyküde Nurullah Ataç’ın edasını metne sızdırmaya çalışır.
Son söz olarak; Behçet Çelik, Dalga Boyu’ndan bahsederken Sait Faik’in “Yazmasam deli olacaktım.” ifadesine atıf yapıyor. Bana kalırsa mevzu sadece bir tını meselesinden ibaret değil, “ne gelir elden cümle kurmaktan başka” diyen bir anlatıcı için. Okumak ve yazmak, toplumsal olarak bunun bedelini ödemek, derdini gönüllü çekmek sadece öykü karakterleri için değil yazar için de hayati bir mesele. Yalçın’ın bazı öykülerine en çok tat veren de bu duygu aslında.
Yorum Yaz