Merakla bakmak ve anlamadan hayran kalmak üzerine bir sergi: Hikâye İstanbul’da Geçiyor

Güncel Sergi & Müze

 

İstanbul, yüzyıllardır yalnızca bir şehir değil; bir tahayyül, bir mecaz, bir dekor ve bazen de bir hayal kırıklığı. Meşher’de açılan “Hikâye İstanbul’da Geçiyor” başlıklı sergi, Batı edebiyatında İstanbul’un nasıl kurgulandığını, nasıl hayal edildiğini ve en çok da nasıl arzulandığını araştırıyor. Ama bu arzunun ardında çoğu zaman anlamadan bakmanın, mesafeli hayranlığın ve kimi zaman çarpıtmanın da izleri var. Ömer Koç’a ait yaklaşık 300 eserlik bu koleksiyonda el yazmaları, ilk basımlar ve yazar imzalı ithaflı kitaplar bulunuyor. Ayrıca koleksiyon parçalarının dışında eserlerin Türkçe çevirileri, eserler filme uyarlandıysa film afişleri, filmlerden sahneler, bu eserlerin döneminde aldığı tepkilerin yer aldığı gazete haberleri, eserlerde yer alan haritalar, resimler, ilişkili çeşitli objeler, yazarlara ait nesneler gibi malzeme çeşitliliği bulunuyor sergide. 

Bu sergi, 16. yüzyıldan bugüne, Batılı yazarların kaleminde İstanbul’un nasıl dönüştüğüne dair çok katmanlı bir anlatı sunuyor. Fantastik hikâyelerden bilim kurguya, casusluk romanlarından şiire ve grafik romanlara kadar uzanan bu yolculukta şehrin bir fon olmaktan çok, bir karaktere dönüştüğüne tanıklık ediyoruz. Ben bu yazıda  Lord Byron’ın Don Juan’ınndan , Lady Mary Wortley Montagu’a ,  Pierre Loti’nin Aziyadé’sine kadar yakından tanıdığımız Batılı sanatçı, şair ve hikayecilere yer vererek İstanbul’a ait fikir ve duygularını konu alan eserleri inceleyeceğim.

Şehri gören bir daha unutmaz mı?

Sergide karşılaştığımız  cümlelerden biri, anonim bir ifade:

“Pera’yı gören bir daha unutmaz.”

Bu ifade, yalnızca bir gözlemi değil, bir çağrıyı da içeriyor. Pera şimdilerde Beyoğlu ,bir zamanlar Batılı seyyahın, diplomatın, sanatçının ve yazarın İstanbul’daki merceğiydi. Çünkü burası hem Doğu’nun gizemiyle, hem Batı’nın konforuyla iç içe geçebilen bir sınır bölgesiydi.

Lady Mary Wortley Montagu İstanbul hakkında yazdıkları en çok referans gösterilen Batılı figürlerden biri. Montagu’nun  1717-18 yılları arasında  bir yılı aşkın süre kaldığı İstanbul ‘da  yazdığı mektuplar,  bugün 18. yüzyıl tarihini çalışan araştırmacılar için başat eserlerdir  ayrıca bir kadının gözüyle İstanbul’a bakmak açısından eşsizdir.  Harem, kadınlar, sokaklar, sular… Hepsi onun kelimelerinde egzotik bir gerçeklik kazanır. Ama yine de, bakışın derinliğinden çok mesafesi hissedilir.  "Verses Written in the Chiask at Pera overlooking Constantinople, December the 26th. 1718" şiirini, günümüzde Britanya Başkonsolosluğu olan Beyoğlu'ndaki binadan, sekiz aylık hamileyken yazar.

Seckideki kitap, bu şiirinin (s. 95-101) ilk defa yayımlandığı kitaptır.

Boğaz’da hayal, sokakta tahayyül

İstanbul, Batılı metinlerde çoğu zaman geçmişin, yavaşlığın ve tutkunun mekânı olarak yer alır. Eric Ambler’ın Korkuya Yolculuk romanında geçen bir sahne, 1920’lerin Pera’sında bir akşam yemeğini anlatır. Saat on buçukta, Kopeikin “artık Jokey Kabare’ye gitmenin zamanı geldi” der. Savaşın ayak sesleriyle sarsılan bir dünyada, İstanbul yine de hem eğlencenin hem de huzursuzluğun sahnesidir.

Benzer bir ton, Anna de Noailles’in dizelerinde de vardır:

Konstantinopolis'i gördüm, küçük bir kızdım.

Az biraz durur belleğimde, Bir vazodaki çıtırtısı mürrüsâfi dallarının

Ve mavi bir minare.

Anımsıyorum bir akşamı Asya'nın tatlı sularında

Öyle sürükleyici, öyle yumuşaktır ki

Dolanıp duruyordu boynuma

Şiir sıcak bir yılan gibi.

(…..)

Belki yakara bağıra giden, uzun ve derin acım

Yalnızca yüreğimi sıkan, üzen

Bu aşırı, Doğu’da yaşama ihtiyacım.

Bütün bunlar İstanbul’u hem bir düş hem de bir sıkıntı olarak resmeder.

Pierre Loti ve anlamadan sevmek

Batı edebiyatında İstanbul dendiğinde belki de ilk akla gelen isim Pierre Loti olur. Fransız deniz subayı Julien Viaud, nam-ı diğer Loti, Aziyade adlı romanıyla bu şehri bir arzu nesnesi olarak kodlar. Sergide, bu romanın eksiksiz elyazması da yer alıyor. Loti, İstanbul’da yaşadığına inandığı tutkulu aşkı kaleme alırken aynı zamanda Türk kültürünü romantize eden ama onu neredeyse hiç anlamayan bir gözle anlatır.

“Bir Çerkes kadını, birkaç yudum nar şurubu, haremde geçen zamanlar…”

Bunlar Loti’nin zihnindeki İstanbul’dur. Gerçekte kim olduğunu, yaşayıp yaşamadığını asla öğrenemediğimiz Aziyade, Batı’nın İstanbul’u ne kadar sevmek istediğini ama bu sevginin ne kadar tek taraflı olduğunu anlatır bize. Loti’nin bu hayal kadın uğruna duyduğu melankoli, bugünün gözünden bakıldığında neredeyse bir kolonyal nostaljidir. Yine de etkileyicidir. Çünkü bu şehrin hayal gücünü nasıl tetiklediğini gösterir. Sergide Aziyade romanının eksiksiz elyazması, Aziyade ismiyle Osmanlı Türkçesi baskısı ayrıca II. Abdülhamit’in Loti’ye hediye ettiği tütün tabakası da bulunuyor. 

İstanbul: Obje mi, özne mi?

Serginin güçlü yönlerinden biri de İstanbul’un sadece bir “dekor” olarak kullanılmadığı anlara ışık tutması. Mesela Lord Byron’ın Don Juan’ında Ayasofya’nın altın gibi kubbesi, selvi ağaçları ve Boğaz’daki yelkenliler tarif edilirken şehrin hem maddi hem metafizik nitelikleri öne çıkar:

“Avrupa ve Asya yakasında serpili camileriyle, 

Surda burda birkaç yetmişiki kürekli Yelkenlinin süslediği Boğaz'ıyla

Ayasofya'nın altın gibi kubbesi ve selvi ağaçları, 

Ve yüksek ve ak başlı Uludağ'ıyla Oniki adasıyla, düşlediğimden de öte; 

Tanımlanması olanaksız olan, çekici Lady Montagu’nün çekiciliğine kapıldığı o olağanüstü görüntü…”

İstanbul, burada bir karakter gibi, iz bırakan bir hayalet gibi dolaşır dizelerde.”

Du Vignau’nun 1688 tarihli kitabında yer alan nesne dili kataloğu, Türklerin neyi nasıl ifade ettiğini çözmeye çalışan Batı merakının nadir örneklerinden biridir.

Bir nergis “kölenizim” 

Bir zeytin “cenazenizi görmeyi dilerim”.

Bir şamfıstığı “size kızgınım”.

Bir elma “beni düşünmeyin”.

Bir nar “kalbim aşkla yanıyor”.

Zencefil “siz sevdiğimi bilin” demektir. 

Şehir, bu dilden oluşan çok katmanlı bir hafızadır. Ama bu hafızayı anlamak için tercüme yetmez; anlamak gerekir.

Karikatürlerle savaşın eleştirisi: Theo Zasche’nin haritası

Sergide dikkat çeken eserlerden biri de Theo Zasche’nin 1915 tarihli Avrupa haritası karikatürü. Siyah kalemle çizilmiş bu eser, Birinci Dünya Savaşı’nın Avrupa üzerindeki etkilerini hicivli bir dille ele alıyor. Mukavva üzerine çalışılmış bu karikatür, dönemin politik atmosferini ve savaşın yıkıcılığını gözler önüne seriyor.

Sergide XVIII. yüzyıla ait bir kitabın kapağında altın harflerle yazılmış bir isim: “ΑΓΙΑ ΣΟΦΙΑ.” Agia Sofia. Başka bir kitapta tam sayfa yer kaplayan bir illüstrasyon: surların önünde dev bir kuşatma aracı, göğe doğru uzanan bir kiriş, insanların şaşkın bakışları. “Gate… fell.” Yazının altı bu kadar. İstanbul’un bir çağ kapatıp bir başka çağı açan dramatik sahnesi, üç kelimeyle özetlenmiş. Görkem, vahşet, hayranlık ve yıkım, tek bir bakışın içine sığdırılmış.

Yanında duran bir başka kitap ise Les Janissaires başlığını taşıyor. Alphonse Royer’in kaleminden çıkan bu metin, Yeniçerileri konu alıyor. Ama metnin yanında duran figürinler asıl hikâyeyi anlatıyor: saray tiyatrosu gibi betimlenmiş iki Yeniçeri, neredeyse oyuncak kıvamında, renkli, abartılı. Bir tarihsel gerçekliğin değil, bir düşsel Doğu’nun sahnesindeyiz. Batı’nın hayal ettiği Osmanlı, tıpkı bir opera dekoru gibi süslenmiş, renklendirilmiş, zararsızlaştırılmış. Bu bir anlamda, “öteki”ni tanımadan anlatmanın görsel karşılığı.

Hayranlık, daima karşılıksız mı?

Sergi, yalnızca geçmişe dair belgeleri değil, bu belgelerin bugünkü etkilerini de araştırıyor. Kitaplar, elyazmaları, ilk baskılar, gravürler, gazete kupürleri, film görüntüleri… Bütün bu parçalar, İstanbul’un nasıl bir kurmacaya dönüştüğünü ve bu kurmacanın nasıl kalıcı hale geldiğini gösteriyor.

Ama belki de en önemlisi şu: Batılı yazarların hayranlığı çoğu zaman karşılıksız. İstanbul, onların romanlarında güzelliğiyle baş döndürür, gizemiyle cezbedici olur. Fakat çoğu zaman bu güzelliğin altında yaşayan gerçeklik görünmez. İstanbul’un yerlileri, gündelik hayatı, çatışmaları, çelişkileri çoğu zaman bu anlatılardan dışlanır.

“Hikâye İstanbul’da Geçiyor”, İstanbul’un yalnızca bir geçmişe sahip olmadığını, aynı zamanda bir temsil savaşının da odağında olduğunu hatırlatıyor. Bu sergi, ne Batı hayranlığına kapılıyor, ne de romantik bir İstanbul methiyesine dönüşüyor. Aksine, anlamadan sevmenin, anlatmadan büyülenmenin sonuçlarını gösteriyor. Şehrin yüzyıllar boyunca sadece yaşanmadığını, aynı zamanda anlatıldığını ve her anlatının da iktidarla iç içe geçtiğini göz önüne seriyor.

Ve tüm bu görsel, metinsel ve tarihsel katmanların ardından, sergi sessizce şunu söylüyor: İstanbul, ne tam olarak anlaşıldı, ne de tam olarak anlatıldı. Ama anlatılma çabalarının kendisi, başlı başına bir hikâyeye dönüştü. Hikâye hâlâ burada geçiyor, ama kimin gözünden anlatıldığına dikkat etmek şartıyla.


Yorum Yaz