Herkesin horladığı o kahraman da kim?

EDEBİYAT Güncel

Onunla ne zaman karşılaştığımı düşünüyorum da… Beş ya da altı yaşlarındaydım. Trakya’nın, Sulhi Dölek’in deyişiyle “gülyüzlü tarlaları”nda koşarken birini görmüş, kalbim ağzıma gelerek komşu avlusuna sığındığımda ilk kez duymuştum adını: Emeti. Deli Emeti. 

Köyde kim vefat ettiyse haberini alır almaz köyün imamı babamın yanında soluğu alan, “Falanca öldü, sela oku,” diyerek haberi ulaştıran ulak Emeti. Sevdiği kadınlar dışında kimseden tek lokma almayan, çocuklarla kaz sürülerinin peşinden istasyona kadar koşan yabancı biri görse hemen önüne dikilip çocuklara siper olan, cesur mu cesur Emeti. Babamın görev süresi dolup da o köyden ayrıldıktan çeyrek asır sonra bile rüyalarıma giren hemdem biri. Gözümde hâlâ beyaz tülbentinin altından sarkan gri saçları, kısık ama kararlı sesi ve bakışlarında saklı olan o çocuksu inat var. 

Zeki Bulduk’un Müstesna Deliler Albümü’nü okuduğumda, Emeti kalbimin kıyılarına yeniden vurmuştu. Vefat ettiğini öğrenince, Bulduk’un “Bir deli bizatihi deli sayılmaz o, insanlığımızın vicdanıdır,” sözüyle ona vedamı ettim. Bu kadar uzun uzun anlatmamın sebebi şu: Sevdiğim kitap karakteri, bizzat onun ve onun gibilerin sesinden konuşuyor. Dünyada akıl almaz şeyler olurken, tiksinti, endişe ve merhamet, gündelik hayat denen debdebede aynı anda budanırken; her birimiz kör, sağır ve dilsiz hâline gelmişsek… Ondan başka kim hak eder kahraman olmayı? İçimizde biriken ama dışarı çıkamayan ne varsa, onun sesiyle yankılanıyor sanki. Kulak verin, ne diyor Erasmus’un bize çok uzaklardan seslenen ama yanı başımızdaymış gibi gelen deliliği: “Hayatın benimle lezzetlendirilmemiş hangi anından tat alabilirsiniz? Şüphe yok ki hayatın getirdiği sefaletler, beni onun yardımına koşmaya sevk etmeseydi; onu kurtaracak bir tek ölümlü bile bulunamazdı.”

Filozofun, doğrucu Davut delisi, bana Emeti’yi hatırlatmaya devam ediyor. O da kalabalığın ortasında kendi ayak sesiyle yürüyen bir kadındı. Ne zaman onu görsek, diğerlerinden farklı bir ritimle ilerlediğini sezerdik. Topluluğun alışkanlıklarına meydan okuyan hâliyle, kararlılıkla yürürdü. Yanlışı gördüğü yerde, “bir deli kuvvetiyle” sesi herkesten gür çıkardı. Okul bahçesindeki çeşmeyi açık bırakanlara, kendisini düğünlerde zorla oynatmaya kalkışanlara akılla “dur” diyen ondan başkası değildi. Kimi zaman bir saray soytarısı kılığında metne giren, kimi zaman bir tüccara iğne batıran Erasmus’un delisi, işte bizim Emeti’nin ta kendisi!

Onun da asıl bildiği şuydu: “Aklın da bir kibri, bir ukalalığı vardır. Her şeyi mantığa sığdırmak da bir tür çılgınlıktır.” Oysa yaşananların çoğu, aklın sınırlarının çok ötesindedir. Görünürde düzenli olan, içeride büyük bir çarpıklık taşıyabilir. Deli, çoğu zaman bu çarpıklığı gösterme görevini herkes adına üstlenir.

“Ne riya, ne de cila isteyen deli”

En son söylenecek sözü en başta söylemeliyim. Horatius’un “hakikati gülerek söylemek” ilkesinin Deliliğe Övgü’de hakkını veriyor Erasmus. Ben ise bunu yapmaya çok uzağım. “Hayattaki en büyük erdem deliliktir,” sözünü anladım; bu, bana yeter. Erasmus’un Deliliğe Övgü’sü, filozofun hiciv postuna büründürdüğü meramını özetleyen çarpıcı bir cümle bağışlıyor her defasında bana: “Yerinde deli olmayı bilmek en büyük bilgeliktir… Bilgelikte pek çok keder vardır. Bilgisini artıran, kederini de artırmış olur.”

İtiraf edeyim, bu sözü sıkça hatırlayan bir kalabalığın üyesi olduğumu bilmek bir nebze sürur veriyor. Erasmus’un hicivle bezeli mizahî parodisi, kimsenin övmediği deliliği kendi diliyle överek bir baş etme yöntemi sunuyor. Buna karşın Deliliğe Övgü’sünü at sırtında yazmaya başlayan Erasmus’un düşünmeye takıntılı olduğunu da atlamayalım tabii. Onun biyografisini kaleme alan Stefan Zweig, Rotterdamlı Erasmus adlı kitabında onun zulmün çarkına su taşıyacak eylemlerin adamı olmaktan uzak durduğundan dem vurur. Hakikatte de deli, kilisenin gölgesinde olmanın çaresizliğini hisseder. Menfaatperestleri, zorbaları, tatlısu kurnazlarını, saadeti servette görenleri… Anlayacağınız, kalbi olan insanının “içeride bir yerde buğz edip de kimselere söyleyemediği herkesi” iğneler. Peki, bütün bunları gören ve eleştiren Erasmus, bir başka deyişle Rönesans’ın hümanist eleştirmeni, bizi deliliğe davet ederken kendisi de delilikten geri durmaz. Luther’in, Katoliklerin ve Protestanların yergileri arasında yalnızca kendisinden yana olmak savaşını vererek yaşar. Bu başarı, ulaşılması güç bir özgürlük verir ona. Zweig, kitabında onun düşünme, kendisi olabilme mesaisini bakın nasıl kelimelere döküyor:

“Düşünme ve yazı yazmayı, seyahatleri boyunca sürdürdüğü gibi, indiği her otel ya da handa önüne konan masayı hemen bir çalışma masasına dönüştürürdü. Uyumamak demek, onun gözünde yazarlık çabasını an yitirmeksizin sürdürmek demekti ve kalem, bir anlamda elinin altıncı parmağıydı.”

Ağrıyan bir kalbe ihtiyacımız var

Yazmasa tümden delireceğini düşünen kalem tutkunları, Sait Faik’ten ödünç alıp elinden hiçbir şey gelmediği için mürekkebe sığınanlar, Endülüs’te el yazmalarından kurtulmak için onlardan halılar yapıp üzerine basanlar… Durmadan bir şeyler anlatanlar ve Halil Cibranlar, Oruç Aruobalar…

Bu ikiyüzlülükler payitahtı dünyada, kocaman karanlık ağzını bir mağara gibi bize açan yarına ulaşmak hep zor olacak. Bu değişmeyecek. “Fincancı katırlarını ürkütmemek gerek,” derdi deli bu sözleri duysa. İyi ama, “Gerçekle baş etmenin en etkili yolu hayal kurmaktır,” sözü sanki çocuklar için söylenmiş, bir de deliler için. Onlar kadar hayal kurabilecek kimse kalmamışa benziyor etrafta. Kendimizi nereye koyarsak koyalım, merkezde olmadığımızın bilgisiyle Erasmus’un delisine sıkça selam etmeyip ne yapmalı o hâlde!

Değişmeyen insan hâlleri atlası: Delilik 

Üzerinden asırlar geçse de insanın doğasında değişmeyen şeyler var: arılık, kötülük, merhamet ya da kıskançlık. Hiç değişmeyen hallerinin atlasını önüme açtığı için de seviyorum deliyi. Tarihin döngüsel olmadığı gibi, çizgisel de olmadığını anımsattığı için sevdiğim bir kahraman o. Rönesans, aydınlanma, modernizm, postmodernizm, Mars’ta yaşam… Karanlık günler geride kalmıştı hani? 

Öyleyse onun biyografisini yazan Stefan Zweig, Orta Çağ’dan beter bir kıyıma nasıl şahit olmuştu, 1940’ların Avrupası’nda? Kimse onu övmezse kendisini öven delinin yazarı Erasmus’un hayatında da çokça trajedi vardı doğrusu. O da baş edemiyordu şahit olduklarıyla. Zweig, kitabının sonunda büyük filozofun trajedisine kapı aralıyor. Bu, aynı zamanda kendisinin de yeis ve hafakanlarının dışa vurumu pek çoklarına göre. Erasmus ve Luther’i karşı karşıya getiren yazar, Luther’e omuz vermeyen filozofun hakkını işte burada teslim ediyor. Çünkü hakikat eğilip bükülmemelidir.

İşte tam burada bir şey takılıyor aklıma. “Nazizm’in kan damlayan elleri onu boğazlamadan kendine kıyan Zweig, bugünü görse Erasmus gibi kendisi olmayı başarıp hepimizin canlı yayınla izlediği soykırıma ses çıkarır mıydı?” diye soruyor içimdeki deli. Şu söz yine de şekillenir miydi dudaklarında: “Kim bilir, belki de insanın bunları anlaması için ağrıyan bir kalbe ihtiyacı vardır.”

Yorum Yaz