Her yerde aynı miktarda yaşamak

Köşe Yazıları

 Şu uzayıp kısalan, genişleyen ve daralan anlar kadar hikâye var yeryüzünde. Yalnızca bunu bilmek, insan adedince hikâyeler olduğunu yani, insanın yalnızlıkla dolu karartısını aydınlatmaya yeter de artar. Üstelik hepimiz yeryüzünün bambaşka yerlerinde belli bir amaç uğruna birleşiyoruz hiç de farkında olmadan: Yaşamak uğraşı diyorlar buna. Her yerde aynı miktarda yaşamak.

Belki de şimdi, günün ilk saatleriyle sürünün peşinden toprak yola düşen genç bir çoban vardır. Kolları ve yüzü güneş yanığı. Yaşamının her günü yürüdüğü bu yol, bu tepe, bu sürüler söyletmektedir genci. Aklı yaşadığı şehirden çok ötede, dilinde şikâyetler, dilinde sövgüler, dilinde hep başka yerde olmanın türküsü. Oysa bu yol yalnızlığın yeri değil, ağır ağır kımıldayan bir hayat var burada. Bir baksa karşı tepeye, işitecek kendi gibi genç çobanın türküsünü. Köprü altından akan incecik suyu, nehrin üzerinden yansıyan ışığı, damlı evleri, yavrusunu besleyen kırlangıcı, sürünün içindeki lisanı fark edecek. Ancak o yürümeyi sürdürüyor. Her gün peşine takıldığı sürüdekiler gibi gelip gidiyor yol boyu. Sonunda bir gölgelik buluyor. Bir ağaç dibi. Kıvrılıyor. Yaşamaktan usanan çocuk aklındakileri, başını koyduğu toprağa gömüyor. Uyandığında komşu bahçeye girmiş koyunların peşinden koşacak, biliyor.

Avrupa’nın bir şehrinde, tam da şu an da laternasıyla şarkılar söyleyen bir sokak sanatçısı vardır. Bond Street tabelasının sağında, saçları rüzgârla savrulu, elbiseleri tıpkı dokunduğu laterna kadar eski ve nağmelidir. Sessizlik kadar eski bir başka kadın, pencereden sarkarak kendinden geçmiş bu kadını dinlemektedir. Bir adam terziden yeni aldığı sıcak ceketiyle sokağın başındadır. Bir başkası elindeki alışveriş torbalarıyla oradan geçerken duralar. Kımıldamaz. Kıpırdamaz. Dinler sadece. Kuşlar dinler, kediler, köpekler, taşlar dinler laterna çalan kadını. Bond Street’te hikâyeler birleşir, düğümlenir ve çözülür usulca.

Belki de şimdi, hayatında tek bir kez bile geç kalmamış kirli elbiseli çocuk, Mardin’deki cami duvarına yine tam zamanında yaslanmış, “Boyacı geldi, boyacı geldi, boyacı geldi, boyacı geldi, boyacı geldi!” diye usanmadan tekrarlamaktadır. Tekrarlamakta ve elindeki plastik terliklere bakmaktadır. Gözleri yalnızca o bir çift terliğe mühürlü. İkindi namazının ardından dağılan ahaliyse yüksek mesafeden yere bıraktıkları ayakkabılarını hızla giyerek oradan uzaklaşmaktadır. Çocuğun sesi dağılıp kırılmakta, hikâyeler birbirine değmeden gelip geçmektedir. Şimdi, kot pantolonlu ve beyaz gömlekli bir çocuk daha aynı duvara yaslanıyor. Sırtında yüklü, gıcır gıcır bir çanta. Karalara bulanmış çocuk, yanındakini sezmektedir elbet ama gözünü elindeki plastik terliklerden ayırmayıp daha çok bağırır, “Boyacı geldi, boyacı geldi, boyacı geldi, boyacı geldi, boyacı geldi!” Hah, işte şimdi de bir adam. Rugan ayakkabılı. Geliyor ve ayçiçek yağı tenekesinden yapılmış sandukaya ayağını uzatıyor. Çocuk bileklerinden kalın fırçasıyla parlatıyor bunları. Bakışlarını bu kez de ayakkabıya sabitliyor. Parlatıyor, parlatıyor, parlatıyor. Düşünmüyor hiçbir şeyi. Bir düşünse, bir baksa, gülümsemelere ve konuşmalara karışsa, parçalanıp dağılacak çünkü. Şimdi baktığı yalnızca sandukadaki ayakkabılar. Gördüğü de o. Nice sonra çocuğun çocukluğunu hatırlatacak bir şey gelip duruyor olduğu yere. Bir bisiklet. İlk kez ona kayıyor gözleri. Ürkek, ılık ılık akan bir ırmak gibi kayıyor. Hikâyeler tam birbirine değip düğümlenecekken sesi içine kaçıyor çocuğun. Kırılıp parçalanıyor. Rüzgâr esiyor, dağılıyor çocuk.

Yeryüzünün sahipsiz bir yerinde iki ressam, tepelerinde güneşi kesen minik şemsiyeler, altlarında tahta sandalyelerle kıpırtısız beklemektedir belki de şimdi. Fakat neyi? Tabiatın üzerinde dolaşan bu iki çift gözün beklediği ilham değildir elbette. Fırçalarını hareket ettirecek, boyalarının rengini bulduracak o görüyü beklemektedirler. Gene de başka bir şey daha vardır bu kıpırtısızlığı sürdürmelerine vesile olan; bakışlarını terbiye eden. Her ikisi de olduğundan daha iyi olabilmenin çabası içindedir. Resmin görüntüsüne açılan bu kupkuru tabiatı izlemeler, bu iyilik halleri, geçiciliğin karşısında durma çabası değilse ne?

Kalıcılıkla geçiciliğin arasına sıkışan bu anlar, kaç kalbi daha huzursuz edecek? Daha kimler o şövalenin, o masanın, o kâğıdın başına geçerek geçiciliğe; fırçasıyla, yazısıyla, şiiriyle meydan okuyacak? Şu uçsuz bozkırın içinde eğilen buğday başaklarından daha kimler bahsedecek? Sabahın ilk ışıklarıyla tarlalara aynı anda konup kalkan sığırcık sürülerini daha kimler anlatacak? Karşı tepeden yuvarlanan kayayı, ateşin başına diz çöken kadını, koyun sürülerini, özgürce koşan kısrağı başka kim? Kaç insan daha boşluğun evreninde gözlerini dinlendirecek? Sessizce uzanan nehre, nehrin üzerinde süzülen aya, ağustos böceklerine, taşranın ıssızlığına ve boşluğuna kimler dikkat kesilecek? Kaç kişi daha arkalarında çok sesli ölümler bırakmak için her gün her şeye yeniden başlayacak? Geçmişle gelecek, yerle gök, doğuyla batı, karayla deniz kadar çok insan. İnsan adedince de hikâye. Gelecek ve kendisinden önce yaşanmış milyonlarca anın ve hikâyenin içinden bir kez de o geçecek.

Hepimiz, yeryüzünün bambaşka yerlerinde belli bir amaç uğruna birleşiyoruz hiç de farkında olmadan: Yaşamak uğraşı diyorlar buna. Her yerde aynı miktarda yaşamak.

 

Yorum Yaz