Hepimiz ‘Özben’imizi arıyoruz Olric…

EDEBİYAT Güncel

Türk edebiyatı romanla 19. yüzyılda tanıştı. Tanzimat’la başlayan Batılılaşma serüveninin bir parçası olan ilk eserler daha çok Fransız edebiyatından esintiler taşımaktaydı. Önceleri Fransız romanları tercüme edildi. Türkçe yazılmış ilk roman örneği olarak Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı edebiyat tarihimize geçmiştir. Bu ve ardılları daha çok Fransız romantizminin etkisinde kaleme alınmış kitaplardır. Roman türü, edebiyatımızda, Servet-i Fünun’la atağa kalkmış ve Cumhuriyet döneminde de bugüne kalan pek çok roman yazılmıştır.

1970’li yıllara kadar konuları itibariyle klasik romantik, tarihi, dini ve macera romanları yazılmış ve yayımlanmıştır. Oğuz Atay’ın (1934-1977) 1971’de yayımlanan ve basıldığı günlerde pek rağbet görmeyen (hatta çok da anlaşılmayan) eseri Tutunamayanlar Türk edebiyatında yeni bir çığır açmıştır. Atay, kısacık ömrüne sığdırdığı eserleri (Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar, Korkuyu Beklerken, Bir Bilim Adamının Romanı, Oyunlarla Yaşayanlar) ile o güne kadarki kalıpları yıkan bir üslup, özgün ve derinlikli bir anlatım tarzı geliştirmiş, ilk defadır “bireyin iç dünyasını, toplumla çatışmasını ve varoluş sancısını işleyen bir aydın” duyarlılığı ile hareket etmiştir. Türk romanında baskın olan “köy edebiyatı”, “toplumcu gerçekçilik”, “milli/tarihi hassasiyet” gibi kavramların dışına çıkmış, insanın derinine yaptığı entelektüel yolculuğun hakikatini aramaya koyulmuştur. İronik dili, modern ve çok katmanlı anlatımı, içe dönük çatışmacı tiplerle toplumsal değerlere yüklediği yeni tanımlar, şaşırtıcı oyunlarla okurunu heyecanlandıran ve yeni şeyler söyleyen Oğuz Atay, ilk “postmodern romancımız” olarak edebiyat tarihine geçmiştir.

Okur merkezli yazar

Onun en bilindik eseri 600 sayfalık Tutunamayanlar, yine yukarıda sıraladığım özellikleri itibariyle bir ilktir. 

Tutunamama halini bireyler bazında ele alan, yalnızlık ve yabancılaşmayı sosyal bir olgudan çok duygusal bir zemine oturtan, aydınların içinde bulunduğu bunalıma dair tezler ve tespitler geliştiren, modern insanın çıkmazlarını anlatan, hayalî karakterler (Tutunamayanlar’daki Olric gibi) ile ironi ve mizaha yaslanan, bunu yaparken dilin bütün imkânlarını kullanan Oğuz Atay, okur merkezli (Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?) bir yazar idi. Hatta bir adım daha ileriye giderek yaptığı oyunun kahramanı olmadığını ilan etti peşinen: “Hayatım roman olsun istemedim, çünkü kahraman olmak gibi bir niyetim yoktu.”

1971’de yayımlanan Tutunamayanlar’dan sonra Oğuz Atay sadece 7 yıl yaşayabilmişti. O yıllarda çok az okunmuş ve ne yazık ki hiç anlaşılmamıştı. Özellikle sözü edilen romanı, 1980’li yıllardan itibaren o kadar çok itibar gördü ki, yazar yaşasaydı, hiç şüphesiz çok mutlu olurdu. Yayımlandığı yıllarda toplumun içinde bulunduğu buhranın çok iyi farkında idi Oğuz Atay… Sağ-sol çatışmaları, cinnet halini almış siyasal düzlem, Kıbrıs hadiseleri, 27 Mayıs darbesi ve öncesinde yaşanan toplumsal travmalar, Türk aydınının taklitçilikten öteye gidemeyen kibirli üretimi, kendini yenileyemeyen sanat.. Bütün bunlar, Oğuz Atay’ı hem rahatsız eden hem de varoluşunu sorgulatan olgulardı. Zaten Tutunamayanlar temel olarak “İnsanımızın ruhsal parçalanmışlığını, Doğu-Batı çıkmazındaki çatışmasını, varoluşsal sancılarını” anlatıyordu. Tematik olarak böyle idi ancak geleneksel roman anlayışını da kökünden değiştirmişti. Dili, biçimi, içeriği ile büyük bir farkındalık oluşturduğu için dönemin edebiyat eleştirmenleri ve “piyasası” içinde şüpheyle bakıldı.

“Neden tutunamıyoruz?”

Tutunamayanlar özet olarak, bir mühendis olan roman kahramanı Turgut Özben’in, intihar eden arkadaşı Selim Işık’ın geçmişini araştırırken, onun, modern hayata neden “tutunamadığı”nı öğrenme çabasını anlatmaktadır. Turgut, Selim’in hayatını anlamaya, onu tanımaya çalışırken hem arkadaşının geçmişine hem de kendi iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk, bireyin toplumda “tutunamaması”, yabancılaşması, yalnızlığı ve arayışı üzerine derin sorgulamalar içerir. Bunu yaparken üstkurmaca kurguyu başarılı bir biçimde sürprizli karakterler, dil oyunları, ironiye yaslanan üslubuyla yepyeni bir tarzla inşa eder.

Tutunamayanlar’ı ben de 80’li yıllarda okumuş, daha sonraki yıllarda tekrar tekrar okumuş ve uzun süre etkisinden çıkamamıştım. O yıllardan beri Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve daha nicelerinin romanlarını okumuş isem de Tutunamayanlar, yukarıda saydığım sebeplerden ve “yeni”liğinden dolayı hep elimin altında olmuştur.

Bana göre ziyan olmuş Selim Işık’la birlikte Süleyman Kargı, Metin Kutbay, Nermin Özben, Günseli Ediz, Turgut Özben ve iç sesi Olric (belki de yazarın kendisi) romanın ana karakterleridir. Fakat içlerinden biri, Turgut Özben, sanırım kendi ruh dünyamdan izler taşıdığı veya okudukça ona benzediğim için olsa gerek benim roman kahramanım oldu. Ama en önemlisi de galiba, olay örgüsünün Turgut Özben üzerinden anlatılması da bu konuda etkili oldu.

Tıpkı Mevlana ile Şems

Turgut Özben’le Selim Işık arasındaki iletişim/ilişki, Mevlana ile Şems gibidir. Bir “mürşid-mürid” ilişkisidir. Aralarında öyle güçlü bir bağ oluşmuştur ki, okuyucu, romanın sonuna kadar bu ilginç birlikteliğe şahitlik eder. Bu arada, Turgut Özben’in sürekli yanında-yöresinde olan Olric de benim kahramanlarımdan biridir ancak ben bu karakteri Oğuz Atay olarak düşünmüşümdür hep… Bir içses olarak Özben’le sürekli birliktedir; sohbet eder, yol gösterir, sorular sorar yahut sorulara cevaplar verir. Bu “hakikati arama” yolculuğunda eğer Olric olmasa, Turgut Özben de aklını yitirecektir. Olric, Özben’e sürekli “efendimiz” diye hitap eder. Öyle ki, romanın bir yerinde şu trajik söze söyler Turgut Özben: “Ne olurdu sen insan olsaydın Olric ya da Selim ölmeseydi.”

Turgut Özben’in beni en çok etkileyen ve kahramanım olmasına vesile olan duruşu/duyuşu modern bireyin yabancılaşmasını, arayışını ve kimlik bunalımını derin ve başarılı bir üslupla anlatma becerisidir. Şayet bu roman ve kahramanım Turgut Özben olmasa idi bugünün modern romanına geçişimiz zor olacak ve belki de yaşadığımız toplumsal cinnet ve kaos halini bireyler üzerinden çözümleyemeyecektik.

“Yarı bilinçli” aydınlar

Benim açımdan bir başka etkileyici nokta ise, Turgut Özben’in, orta sınıf bir makine mühendisi olarak tanınmasına rağmen içinde büyüyen kimlik krizi, yabancılaşma ve boşluğa karşı geliştirdiği dirençti. Bu, dönemin bütün aydın/münevver sayılan insanlarının bugüne de yansıyan temel özelliği idi. 1980’li yıllarda bir yere yerleşememe, ait olamama, muktedirlik, yerellik, taşralılık, kentlilik, burjuva tartışmalarını hatırladığımızda Turgut Özben’in bütün bu kimlik krizlerini şahsında topladığını ve hakikati ararken kendi benliğine doğru nasıl trajik/travmatik bir yolculuk yaptığını görürüz. O yüzden, sıradan biri gibi yaşamasına rağmen “benlik arayışı”na giriştikten sonra ve dahası Selim’in fikirlerine, dostlarına ve hatıralarına yaklaştıkça kendi içindeki boşluğun da farkına varması etkileyici özelliklerinden biri olmuştur.

Turgut Özben bu yolculukta ilk önce kendisiyle yani ‘öz-ben’iyle yüzleşir; kitabın sonunda zaten ‘kendi öz benliğini’ aradığını itiraf eder. Sonra toplumla karşı karşıya gelir. Ardından “Tutunamayanlar”ı tanır ve onları anlamaya çalışır. Kendine ‘aydın’ diyen 1970’li yılların “Tutunamayanlar”ının topluma yabancılaşmasını, kendini anlama ve anlamlandırma aymazlığını Turgut Özben’in kişiliğinde anlatır ve onlar için ‘yarı bilinçli’ karakter tamlamasını kullanır.

Bugüne baktığımızda, yapay zekânın ve dijitalleşmenin sihirli dünyasına teslim olmuş bütün toplumlarda -Türkiye dâhil- aynı hastalığın zuhur ettiğini söyleyebiliriz. Spritüel arayışların, iki cami arasında bînamaz dolaşanların, agnostiklerin, deistlerin savunduğu yenidünya düzeninde Turgut Özben gibi sorgulayıcı, anlamaya çalışıcı karakterlerin sayısı ne yazık ki çok az…

Turgut’un temsil ettiği Türk aydını, “Özben”liğini aramayı nicedir bırakmış durumda. Selim gibi bilge ancak sistem dışına itilmiş yalnızların sayısı giderek artıyor. Dijital çağın ve yapay zekânın sergüzeştine kapılmış olan modern insanın arayış diye bir derdi kalmamış durumda. Çünkü aramak çabayı gerektirir.

Kendini anlayabilmek…

Oğuz Atay’ın okuruna tuttuğu büyülü fenerin ve bu feneri taşıyan Turgut Özben’in çabası hem duygusal hem de düşünsel anlamda çok kıymetlidir. Her iki karakterin birbiriyle olan sıkı dostluğu kadar toplumun önünde yürümesi gereken ve o büyülü feneri bireylerin adımlarına tutması gereken aydınların kendi iç dünyasındaki uyuma da dikkat çekmesi açısından önemlidir. Aydınlar arasındaki ürkütücü uçurum bugün olduğu gibi -ve hatta daha fazla- 1970’li yıllarda da vardı. Birbirini suçlayan, eleştiren, yok etmeye çalışan aydınların çatışmasını Selim’i araştırdıkça hakikate yaklaşan Turgut, “Onu yeterince anlamamışım”, “Onu anlayamadım. Oysa onun gibi düşünmeye çalışıyorum şimdi. Belki de ben de ölmüşüm” veya “Onun gibi düşünemediğim için mi bu kadar huzursuzum?” cümleleriyle didaktik bir söyleme dönüştürür.

Özetle şunu söyleyebilirim:

Oğuz Atay, Tutunamayanlar romanıyla çok büyük bir işi başarmıştır. Bu tespitin ne anlama geldiğini edebiyat tarihçileri kaynaklara geçirmiştir. Hakkında daha da çok inceleme yapılacaktır. Fakat romanın ana karakterlerinden ve benim de kahramanım olan Turgut Özben’e herkesin her okuyuşta bir paragraf önce serdettiğim tespitlerle bakması yerinde olacaktır. Çünkü “öz ben”liğini aramadan, kimlik inşası mümkün değildir. İnsan en çok kendisiyle yüzleşmekten korkar ve hep “öteki”ne tutar aynasını. Bir gün Turgut gibi Selim’i ararken kendisini aramaya başladığında, yaşadığı toplumu, değerlerini, ideallerini, vicdanını, geleneğini, hakikatini bulacaktır.

Tıpkı, kitabın sonunda artık sıradan biri olmadığını fark eden Turgut’un, Selim gibi bir 

“Tutunamayan” olduğunu anlaması gibi: “Bir zamanlar Selim’i tanıyan Turgut Özben yok artık.”

 

Özcan ÜNLÜ
Özcan ÜNLÜ

1968, Ordu doğumlu. Gazeteci, şair, yazar. Şiir, öykü ve denemeleri Mavera, Kardelen, Yitik Düşler, Yolcu, Türk Edebiyatı, Kum Yazıları, Ay Vakti, Hece, İzdiham, Yedi İklim, Edeb, Bir Nokta, Karabatak ...

Yorum Yaz