Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Esenler Belediyesi tarafından bu sene beşincisi 11-12-13 Nisan tarihlerinde düzenlenen Esenler Öykü Günleri’ni yoğun ilgi ve katılımla tamamladık. Bu sene teması “Direniş: Gazze” olarak belirlenen öykü günleri, değerli pek çok konuğun katılımıyla bizlere edebiyat şöleni yaşattı. Gerek edebiyatçılarımızın ve öykü yazarlarımızın öneminin konuşulduğu gerek Gazze’de yaşanan soykırımın öykülerde nasıl anlatıldığına değinen yazarlar birbirinden değerli oturumlarla edebiyatseverlerle buluştu. Pek çok önemli konu ve konuğun ağırlandığı 5. Esenler Öykü Günleri’ni bizde birden görün istedik ve Litros Sanat’ta sizler için derledik.
Dünyada hepimizin şahit olduğu ve durmak bir yana, gittikçe şiddetini artıran bir katliam yaşanıyor. Senelerdir Filistin halkının çektiği zulme tanıklık ediyoruz. Gazze direnişine destek olmak için yürüyüşler düzenlesek de, sosyal medyada ses versek de maalesef yeterince duyulmadığımız ya da bu seslerin kalıcı olmadığını görüyoruz. İşte tam bu noktada kültür sanat devreye giriyor. Öykülerle, filmlerle yaşananların kaydını tutuyoruz.
Bu yıl “Direniş: Gazze” temasıyla düzenlenen 5. Esenler Öykü Günleri de bu kayıtlardan biri. Hem yaşananları unutmamak hem de edebiyat dünyamızda Gazze’nin yerini konuşmak amacıyla değerli konuklar, katılımcılarla bir araya geldi. Üç gün boyunca dolu dolu gerçekleşen, birçok edebiyatçının katıldığı söyleşiler büyük önem taşıdı.
11-12-13 Nisan tarihlerinde Dr. Kadir Topbaş Kültür Sanat Merkezi’nde düzenlenen Öykü Günleri, 6 oturum ve 20 konukla tamamlandı. Etkinlik kapsamında “Direniş: Gazze” temasına ithafen “Şahitler” tiyatro oyunu ve “200 Metre” filmi izleyiciyle buluştu. Kapanışta ise direnişi öyküleriyle anlatan, Gazze’nin edebiyatımızdaki güçlü sesleri Yıldız Ramazanoğlu ve Cemal Şakar’a onur ödülleri takdim edildi. Program, Bosnalı sanatçı Lejla Jusic’in direniş ezgilerini seslendirdiği konserle sona erdi.
Şimdi gelin, Öykü Günleri boyunca neler konuşulduğuna yakından bakalım.
Edebiyat, direnişi ve gerçeği görünür hale getiriyor
Öykü günlerinin ilk oturumunda Hüseyin Ahmet Çelik moderatörlüğünde Kadir Daniş ve Mehmet Kahraman’ın katılımıyla “Dünden Bugüne Türk Öyküsü” konuşuldu. Gazze’nin ve öykünün buluştuğu etkinlik için Mehmet Kahraman: “5. Esenler Öykü Günleri gibi bir faaliyetin aslında kendi başına bir direniş faaliyeti olduğu bilincine vararak buraya geldim. Belediye’nin şu an bu organizasyonu yapıyor olması, bizim ve bizi dinleyenleri burada olması bile aslında bu meseleyi gündeme getirmek, gündemin içerisinde kalabilmek ve hafızayı tekrar canlı tutarak bizim de bu direnişin unutulmamasına katkı sağlamak amacını taşıyor. Bu açıdan buradaki insanların burada olması da bir direniştir. Ben direnişi beş başlık altında ele almak istiyorum. Bunlardan ilkini şöyle değerlendiriyorum: “Edebiyat direnişte gerçeği görünür hale getiriyor. Peki gerçek zaten görünür ve ortada değil mi, sonuçta gerçek olduğu için ortada ve görünür olması lazım. Ancak maruz kaldığımız şartlar, özellikle de gücü elinde tutanların tutumu, gerçeğin üzerinin örtülmesine neden olur. Tarih boyunca zulmedenler ya da zulme uğrayanlar değil, gücü elinde tutanlar gerçeği şekillendirmiştir. Onlar, kendi gerçeklerini bize dayatır, bize onların kurguladığı hikâyeyi anlatmamızı isterler,” sözleri ile açıklarken yazar Kadir Daniş: “Bu hikayeleri birilerinin anlatması lazım. Çünkü anlatıla anlatıla daha çok anlaşılır olacak. Anlatılması gereken hikaye bize holokost gibi geliyor. Bir roman yazayım derken aklımıza ilk İkinci Dünya Savaşı geliyor. Kıbrıs çıkarması bile akla gelen olaylardan biri değil,” diyerek öykü yazarken seçtiği konulara dikkat çekti. Moderatör Hüseyin Ahmet Çelik, katılımcılara “Bütün uyuyanları uyandırmak için bir uyanık yeter,” sözünü hatırlatarak birinci oturumun asıl konusunu özetlemiş oldu.
Harp edebiyatından değil direniş edebiyatından bahsediyoruz
5.Esenler Öykü Günleri’nin ikinci oturumunda, moderatörlüğünü Peren Birsaygılı Mut’un üstlendiği söyleşide Ali Güney ve Murat Göçer konuk oldu. “Bir Cesaret İşi: İşgale Öyküyle Direnmek” başlıklı oturumda, direniş edebiyatının farklı boyutları ele alındı.
Murat Göçer konuşmasında şu ifadelere yer verdi: “Bugün burada direniş edebiyatını ve öyküyü konuşuyoruz. Arap dünyasında ‘el edeb el mukaveme’ yani ‘direniş edebiyatı’ kavramını ilk kullanan kişi Gassan Kenefânî’dir. Ancak dikkat etmemiz gereken şey şu: Bahsettiği ‘edeb-ül harp’ değil, ‘edeb-ül mukaveme’dir. Yani bu bir savaş edebiyatı değil; direnişin, insanlığın ve adaletin edebiyatıdır. Sadece Siyonizme karşı değil, her türlü zulme karşı bir duruş sergiliyor. Filistin’deki çocukların çocuk olarak yaşayabileceği, kadınların kadın olarak var olabileceği, daha özgür ve adil bir dünya arzusunu dile getiriyor. Bu nedenle Gassan Kenefânî, yazdıklarıyla kendisinden sonraki nesillere öncülük etmiş önemli bir isimdir.”
Yazar Ali Güney ise şunları söyledi: “Ben edebiyatın bu kadar gerçek ve muvaffak olduğu için bizi bu kadar etkilediğini düşünüyorum. Biz daha çok ben merkezli, psikolojik sıkıntılar bazlı eserleri okuyoruz. Örneğin asgari ücretlinin hikâyesinden yola çıkılarak bu bizde bir vizyon oluşturulabiliyorsa, acının farklı biçimlerinin de zihinlerimizde yer edinmesine neden oluyor ve bizde öbür taraftan bir acıda bizde bir sekme halinde bekliyor. Tıpkı sosyal medyada gördüğümüz bir acı haberin zihnimizde bir köşeye yerleşip beklemesi gibi.”
Oturumun moderatörlüğünü üstlenen Peren Birsaygılı Mut ise şu sözlerle katkı sundu: “Yazı yazan bir insan olarak, bir Türk yazar olarak şunu görüyorum: Ben yazmasam da ev hanımlığından doktorluğa birçok işi yapabilirim. Ama Filistin’de bambaşka bir hakikatle karşı karşıyayız. Orada hayatta kalmak için yazmak zorunda kalan yazarlar var. Kalemi bıraktıkları anda ölümün tarafına geçiyorlar adeta. Kalem, onların hem kendileri hem de halkları için hayatta kalma aracı haline geliyor. Olaylara bu açıdan bakmak, işin asıl etkileyici tarafı. Bunu unutmadan düşündüğümüzde, onları daha iyi anlayabileceğimize inanıyorum.”
Acı sıcakken yazılmamalı
Üçüncü oturumda “Gösteri Çağında Öykü Yazmak” başlığı altında günümüzde öykü yazmanın nasıl dönüştüğü konuşuldu. Yazar Emin Gürdamur: “Bir acı çok sıcakken onu yazmak doğru olmuyor. Örneğin, depremden hemen sonra depremin öyküsünü yazmak değil. Önce bu acı sindirilmeli ondan sonra yazılmalı diye düşünüyorum. Elli bin insanımızın öldüğü bir depremi hemen yazmalı mıyız? Hemen tarihe bir not mu düşmeliyiz? Bence böyle aceleci bir görevimiz yok bizim. Bu kadar teknolojinin olduğu kayıt çağında edebiyatçının ille de sen kayıt tut diye bir görevi yok, aslında bunu söylemek istiyorum. Herkes kayıt tutuyor, hem görsel hem de yazılı kayıtlar gibi. Burada edebiyatçının Filistin meselesine de diğer hassas meselelere de krizlere de biraz daha estetik yaklaşması gerekiyor. Bunu örnek olarak Gassan Kenefânî içeriden ve estetik baktığı için ve o kadar acının içinde arabeske düşmeden, slogan atmadan, müthiş bir edebiyat başarısı gösteriyor,” sözleriyle gösterinin içinde yazarın bakış açısını ortaya koydu.
Yazar Yunus Emre Özsaray, görmenin duyarlılıkla ilişkisini şu sözlerle anlattı:
“Görmek, ilk kez karşılaşıldığında duyarlılığı artıran bir eylemdir. Bir yıkımı, savaşı, katliamı ya da bir insanın kolunun kopmasını görmek; bir acıya tanıklık etmek... Zihnimizi bir çocuk zihni gibi saf düşünelim. Henüz 5 yaşındaki bir çocuk, birinin hafifçe elinin kanadığını görse bile dehşete kapılır. O küçük kan izleri onda büyük bir korku yaratır. Bizim zihinlerimiz de o çocuk zihni gibi safken, başta küçük meseleler bile büyük bir dehşet uyandırabilir. Ancak zamanla görülenlerin artmasıyla, görmenin sınırları genişledikçe, bu duyarlılık azalır. Görmek, artık duyarlılığı artıran değil, ortadan kaldıran bir etkiye dönüşür. Çok fazla görmek, görme deneyimini etkisizleştirir. Özellikle 90’lardan itibaren savaşları ekranlardan izlemeye başladığımız dönemle birlikte, görmenin etkisizleştiği bir sürece girdik. Bugün sosyal medyada, televizyonda her şey gözümüzün önünde gerçekleşiyor ama hiçbir şey artık bizi etkilemiyor.”
Oturumun moderatörlüğünü üstlenen Merve Uygun ise, sosyal medya çağında yaşanan görsel bombardımanla birlikte edebiyatın tanıklık rolüne dikkat çekti:
“Filistinli kardeşlerimizin zulme uğradığını biliyor ve izliyoruz. Fakat sosyal medya çağında bu durum çok daha sert ve acı bir hâl aldı. Bu noktada edebiyatın rolü tanıklık ve şahitliktir. Edebiyatın nerede durduğu, bizim nasıl tanıklık ettiğimizle doğrudan bağlantılıdır. ‘Gösteri çağı’ dediğimizde ilk aklıma gelen şey ‘görünmek’. Çünkü gösteri yapan görünür; bizler de gösteri yapanı görürüz. Görmek ve görünmek arasında bir bağ var ve bu bağ, artık performans üzerinden şekilleniyor. Bugün sosyal medyada görünürlüğün zirveye çıktığı bir çağdayız. Hepimiz bir performans sergiliyoruz çünkü herkesin derdi bir şekilde görünmek.”
Asıl mesele öykünün değil metnin anlaşılabilir olmasıdır
Dördüncü oturumda, “Öyküde Anlamsallık Sorunu” başlığıyla konuklar görüşlerini dile getirmeye devam etti.
Yazar Gökhan Yılmaz, oturuma, “Asıl mesele, öyküde anlaşılabilirliktir; yani metnin açık ve anlaşılır olması. Çünkü biz hikayeyle muhatapsak, öncelikle beklediğimiz şey, karşımızda bir olayın olmasıdır. Hikayeyi anlamak, metnin ilk görevidir. Ancak günümüzde hikayeden bahsettiğimizde teknikler, metotlar, dil, üslup gibi birçok kavram ön plana çıkıyor ve olayın kendisi geri planda kalıyor. Oysa asıl olan, hikaye ve metindir. Şöyle düşünelim: Bir kitapçıda geziyorsunuz ve para verip bir hikaye kitabı satın alıyorsunuz. Bu durumda siz, aslında bir hikâyeyi -bir olayı- satın almış oluyorsunuz. Bu düşünceyi sık sık aklımdan geçiriyorum. Bizi o kitabı almaya iten şey, içinde anlatılan olaydır. Elbette bir hikayenin dili, katmanları, felsefi derinlikleri vardır ama tüm bu başlıklar içinde bizi çeken ve başka bir alana yönlendiren asıl unsur olayın kendisidir. Sinemada yönetmen, kendi bakış açısıyla bir olayı anlatmak ister. Edebiyatta ise temel olan, bir olayın var olması ve bu olayın etrafında gelişen dünyadır.” sözleriyle katkı sundu.
Oturumun moderatörlüğünü üstlenen M. Fatih Kutlubay ise öykünün klasik dönemine dair şu değerlendirmeyi yaptı:
“Klasik dönem öykücülerinin yazım dili, gazeteciliğe yakın bir ton taşır. Bir öykücü, hikâyesini anlattığı dönemde, adeta bir gazeteci gibi iz peşindedir. Daha yüzeysel ve net görünen üzerinden bir aktarım yapar. Bu da bizi, tam da temas ettiğimiz noktaya götürür: Öykü, bizi haberdar eder, bilgilendirir ve başkalarının hayatlarına bir şekilde ortak eder.”
Onun öyküleri satır aralarında yazılı
5. Esenler Öykü Günleri’nin son gününde, onur ödülüne layık görülen Yıldız Ramazanoğlu ve Cemal Şakar’ın öykücülüğünün ele alındığı iki oturum gerçekleştirildi. İlk oturumda, Alpay Doğan Yıldız’ın moderatörlüğünde, Abdullah Harmancı ve Ahmet Sarı’nın katılımıyla “Yıldız Ramazanoğlu Öykücülüğü” konuşuldu.
Yazar Abdullah Harmancı konuşmasında şunları söyledi:
“Bugün burada, onur ödülüne layık görülen Yıldız Ramazanoğlu’nun öykülerini konuşuyoruz. Bütün öyküleri için şöyle bir genelleme yapabilirim: Ramazanoğlu’nun öykülerinde altı özelliğe sahip bir anlatıcı tipi vardır. Bazen ben anlatıcıyla, bazen tanrısal bakış açısıyla yazar; ancak hangi anlatımı seçerse seçsin, belirli bir duyarlılıkla bakar. Bu anlatıcıların birinci özelliği kadın olmalarıdır; ikincisi ise dünyaya endişeyle bakmalarıdır ve iyicil bir bakışları vardır. Üçüncü özellikleri, Müslüman ve kadın olan bu anlatıcıların entelektüel bir titizlik taşımalarıdır. Yani ‘Günü nasıl bir kazanıma dönüştürebilirim?’ diye düşünürler. Dramatik olan durum ise, bu karakterlerin sürekli kendilerini sorgulamaları, içten içe tüketmeleridir. Bunun temelinde de olgunlaşma ve yetişme kaygısı yatar.
Dördüncü olarak, bu anlatıcılar aynı zamanda bir ailenin parçasıdır; ya annedir, ya evlat ya da eştir. Ancak bu üç rol aynı kişide birleşir. Kadın karakter, vicdani bir sorgulamayla ailesine, eşine, büyüklerine yönelir ve ‘Bunlar için iyi şeyler yapmam lazım, hakkını vermem lazım,’ der. Beşinci özellik, bu anlatıcıların Behçet Necatigil şiirlerinde rastladığımız türden bir nahifliğe, şairane bir ruha sahip olmalarıdır. Çok kırılgan ve içe dönüktürler. Son olarak altıncı unsur, bütün iç çatışmanın kaynağıdır: Bu anlatıcılar, yazarak kendilerini var kılmak isterler. ‘Ben bu insanların arasında ancak yazarak var olabilirim’ dediğiniz anda yazı, başka hiçbir şeyi kabul etmez. Yani yazmak, var olma meselesidir.”
Yazar Ahmet Sarı ise şu değerlendirmede bulundu:
“Yolda olma ve yolculuk fikri bir var oluş edimi ise, Yıldız Ramazanoğlu’nun öykücülüğünde de yolda olan başkahramanların varlığı bu bağlamda değerlendirilebilir.”
Oturumun moderatörlüğünü üstlenen Alpay Doğan Yıldız ise Ramazanoğlu’nun diline dair şunları dile getirdi:
“Yıldız Ramazanoğlu hikayelerinde beni en çok şaşırtan şeylerden biri şu: genellikle hikayede olay anlatılır, betimlemeler yapılır. Ama ben öğrencilerime her zaman şunu sorarım: ‘Altını çizdiğiniz bir cümle var mı? Bu cümleyi ben kuramazdım,’ dediğiniz bir yer oldu mu? Yıldız Hanım’da bu çok sık oluyor. Satır aralarındaki cümleler, karakterin iç dünyasını daha derinlikli aktarıyor ve sizin de aynaya daha fazla bakmanıza sebep oluyor. Örneğin, ‘Yeryüzünün en büyük ihtiyacı dinleyecek birine rastgelmektir,’ ya da ‘Radikal kopuşlarla beklenmedik uzlaşmalar arasında devam edip gidecek,’ gibi cümleler olayın içinde geçiyor. Bunları fark ettiğinizde, ‘İşte bu iyi bir yazar, bu cümleyi herkes kuramaz,’ diyorsunuz.”
Tanıklığın yazarı
5. Esenler Öykü Günleri’nin son oturumunun başlığı “Cemal Şakar Öykücülüğü” idi. Oturumda Cemal Şakar’ın yazım dili, temaları ve öykücülüğüne dair pek çok önemli değerlendirme yapıldı.
Yazar Ali Emre: “Türkiye aslında bir çocuk esirgeme kurumudur; bir mülteciler, muhacirler yurdudur ve bu durum bin yıldır böyledir. Cemal Şakar ağabeyimiz, başta Suriye meselesi olmak üzere mülteciler konusuna olumlu ve olumsuz yönleriyle değinmiştir. Ne yazık ki karşılaştırma imkânlarımız çok sınırlı. Dünya edebiyatı bu konuyu nasıl işliyor, bilemiyoruz ama mültecilik, muhacirlik ve sığınmacılık meselesine Cemal Şakar kadar önem veren bir yazar daha yok. Son kitabı Utanç da buna örnektir. O kitabı okurken ben ağladım. Cemal Şakar bu öyküleri iyi ki yazmış. Çünkü bunlar çok kıymetli tanıklıklar ve bizim için büyük bir edebi çabadır. Filistin meselesine de eğilen Cemal Şakar, silahlı mücadele öncesinde Filistin’deki feda kahramanlarını işler. Bunlar bizim genelde çekinerek yaklaştığımız konulardır. Rasim Özdenören, Cemal Şakar’dan 20-30 yıl önce öykü yazmaya başladı; ama daha çok bireysel temalara yönelmişti. Cemal Şakar gibi yazarlarımız sayesinde edebiyatımızın içi biraz havalandı.” sözleriyle oturuma katkı sunarken Yazar Necip Tosun ise hem yakın dostu hem de yazı yoldaşı Cemal Şakar öyküleri için şu değerlendirmeleri paylaştı: “Cemal Şakar’ın ilk öykülerinde doğa teması baskındır. Ardından şehirle ilgili meseleleri öne çıkar. Özellikle ilk şehir öykülerinde, şehrin insana kattıklarını anlatır. Şöyle der: ‘Eskiden şehre selam verilir, selam alınırdı.’ Yani şehri canlı bir organizma gibi görür. Ancak İstanbul’a yerleştikten sonra bu bakış keskinleşir; şehrin en alt katmanlarındaki insanlara odaklanır. Şehir anlatıları dünya edebiyatında da önemli bir temadır. Örneğin Kafka, Prag üzerinden insanlığı ve insanlığın geleceğini anlatır. Cemal Şakar da şehir üzerinden güçlü bir anlatı kurar. Ayrıca onun öykülerinde dostluk teması da oldukça belirgindir. Cemal, dostluğu çok önemser. Özellikle yitirilen dostlukları, bir zamanlar kurulmuş ama sonra kopmuş ilişkileri çok acılı ve duygusal biçimde işler. Dostlukların bir ömür boyu sürmesi, yan yana yürünecek bir yol olması gerektiğini düşünür.”
Oturumun moderatörlüğünü üstlenen Ertan Örgen ise üçüncü günün son oturumunu “Türk öyküsüyle ilgili birçok tarihçe, dönemlendirme, teori var. Ancak ben iki ana damar görüyorum: Sosyal gerçekçilik ve modern birey anlatısı. Bugün öykü antolojilerinde de bu iki yaklaşım baskın. Cemal Şakar ise her ikisini de ihmal etmiyor. Onun öykülerinde hem modern bireyin iç dünyası hem de toplumsal gerçeklik var. Türk öyküsündeki yeri; sorgulayıcı dili, biçim arayışı ve bu arayıştan vazgeçmemesidir. Adalet Ağaoğlu’nun o güzel romanındaki final cümlesiyle bitirmek istiyorum: ‘Okuduğum bütün romanlar sahici bir başlangıçla bitsin isterdim.’ Cemal Şakar’ın öyküleri hep böyledir,” sözleriyle noktaladı.
Yorum Yaz