Kraliçe Lear ve kadınların gücü adına!

SİNEMA

Bir kadın bir şeyi isterse, başarır. Beş kadın bir araya gelip bir şey istediğinde ise, Shakespeare’in Kral Lear’ı, Toroslar’ın kuş uçmaz kervan geçmez köylerinde dağ tepe dolaşıp hikâyesini anlatan bir kraliçeye dönüşebilir. Pelin Esmer’in Kraliçe Lear’ı da tam olarak bunu anlatıyor. Yıllar boyunca “kadınlara göre olmayan” bir oyunun, kadınların hayatına nasıl dönüştüğünün hikâyesini...

Bu filmde, Mersin’in Arslanköy köyünden yola çıkan beş kadının, Shakespeare’in klasik eserini sırtlayarak Toroslar’daki köylere taşıdığı sıra dışı bir tiyatro yolculuğunu izliyoruz. Ama Kraliçe Lear sadece bir turnenin belgeseli değil; hayatları boyunca evde, tarlada, susarak ya da sabrederek yaşamaya alışmış kadınların, sahneyle tanışınca nasıl dönüştüğünün de belgesi. Söz aldıkça, anlattıkça, oynadıkça başka birer insana dönüşüyorlar. Yıllardır içlerinde büyüttükleri sözü, kahkahayı ve cesareti bir oyuna sığdırıyorlar. Ve ortaya ilham veren, içten ve umut dolu bir kendini gerçekleştirme hikâyesi çıkıyor.

Senelere rağmen eksilmeyen tutkular

İşe Yarar Bir Şey ve Gözetleme Kulesi gibi birbirinden çarpıcı kurmaca filmleriyle ismine aşina olduğumuz başarılı yönetmen Pelin Esmer, bu kez de en az kurmacalarında olduğu kadar insanın ruhuna dokunan bir belgesel için oturuyor yönetmen koltuğuna. Dünya prömiyerini Saraybosna Film Festivali’nde yapan ve hem ulusal hem de uluslararası festivallerde büyük beğeni gören filmin hikayesi, bundan yıllar öncesine dayanıyor. Kraliçe Lear’ın hikayesiyle biz ilk kez, 2005 yılında kayda alınan Oyun belgeselinde karşılaşıyoruz. Henüz sahneye ilk kez adım atan, içlerinde büyük kaygılar, çekinceler ve “Olur mu acaba, becerebilir miyiz biz bu işi?” gibi dünya kadar soru işareti taşıyan beş kadınla tanışıyoruz bu ilk filmde. Arslanköylü bu kadınlar, Kraliçe Lear filminde bu kez yılların birikimiyle, sahne tozuna bulanmış başka bir yerden tekrar karşımıza çıkıyor. Film bu anlamda, aslında bir devam filmi niteliği de taşıyor. İlk filmde bizi çocuksu bir heyecan ve saf bir endişeyle karşılayan kadınlar, bu kez kendine güvenen, hatta çevrelerine de güven veren; cesaret ve umut aşılayan, ne yaptığını bilen ve inandıkları şeyi, her şeye ve herkese rağmen gerçekleştiren kadınlar olarak çıkıyor karşımıza.

İlk filmden tam 14 yıl sonra gelen bu ikinci buluşma, yalnızca Arslanköylü kadınların değil, izleyicinin de kendi geçmişine doğru bir yolculuğa çıkmasına vesile oluyor. Otobüs Toroslar’ın uçurumlu yollarında kıvrılırken, Esmer’in kamerası bir yandan kadınları yakalıyor, bir yandan da kader kavramını sorgulayan bakışlara odaklanıyor. Bir kadın, kendi hayatından örnek vererek değişimin mümkün olduğunu söylerken, bir diğeri hâlâ şüpheyle yaklaşıyor bu fikre. Yol boyunca açılan her diyalog, sadece karakterlerin değil, bizlerin de iç dünyasında bir kapı aralıyor. Yolculuk sırasında bir köyde, Oyun belgeselinin yeniden gösterimi yapılırken kameranın izleyenleri değil, izlenenleri çekmesiyle temsil ve temsiliyet arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor. Sanki aradan geçen zamanı onlarla birlikte yaşamışız gibi, hem geçmişe tanıklık ediyoruz hem de kendi hayatımıza bir anlığına onların gözünden bakıyoruz. Kral Lear’ın Kraliçe Lear’e dönüşen serüveninde yalnızca bir karakter değişmiyor; mülkün ve mülkiyetin, ataerkil düzenin kadınlar açısından kırıldığı – ya da en azından sorgulandığı – bir alan açılıyor biz izleyicilere. Bu noktada film, yalnızca tiyatro aracılığıyla kadınların değişimini değil, izleyicinin dünyaya bakışını da dönüştüren bir sinematografik deneyime dönüşüyor.

Sahne, bu kadınlar için yalnızca bir tahta zemin değil; hatta çoğu zaman ortada gerçek bir sahne bile yok. Yine de tiyatro, onların hayata ilk kez yüksek sesle “ben de varım” dedikleri bir alan. Kraliçe Lear’da onları izlerken, repliklerin ötesinde bir şey söylüyorlar aslında: yıllarca içlerine atılan sözcükleri, dile getirilmeyen arzuları, bastırılan öfkeyi, gecikmiş neşeyi. Kendi hikâyelerini anlatıyorlar. Ve kendi hikayelerini anlatırken başka kadınlara da bambaşka bir geleceğin mümkün olduğunu gösterebilmek için savaş veriyorlar. Gittikleri köylerde kızlarla, kadınlarla konuşuyorlar. Onlara karşı çıkan, ayıplayan gözlere karşı yaptıkları şeyin ayıp ya da yanlış olmadığını olabilecek en tatlı dil ile açıklayıp mücadelelerinde ısrar ediyorlar.Provalarda yapılan bir hata kahkahaya, bir suskunluk gözyaşına evriliyor. Her biri, sahnede kendini yeniden kuruyor; daha cesur, daha kendinden emin, daha görünür bir hâle bürünüyor. Ve çevrelerindeki onlarla aynı kaderi paylaşan kadınları da görünür kılmak için gösterdikleri emek yaptıkları şeyin değerini milyonlara katlıyor.

Eskiden yalnızca ev ve tarla işleriyle tanımlanan eller, şimdi karakterlere hayat veriyor. Sonra birden hayat verdikleri karakterlere dönüşüyorlar. Kendimizi birden o kadınların hayatlarına bakarken buluyoruz. Babasını en fazla sevdiği için Alamur’un sahibi olan Behiye Teyze ile evlat özlemini, çocuklarının her zaman yanında olduğunu söylerken onlara sağlayamadığı maddi desteğin altında ezilen Ümmü ile yoksulluğun içimizde olduğunu tadıyoruz. Fakat her şeye rağmen, tutkularımızın peşinden gittiğimizde, yapabileceğimizi hayal dahi edemeyeceğimiz şeyleri başarırken buluyoruz kendimizi. Mütevazı bir dekorla, okul bahçesinde oynanan bir oyunun herkesin hayatına ne denli dokunabileceğine tanık oluyoruz. İşte bu yüzden, tüm teknik meseleleri bir kenara bırakıp filmi yalnızca bize hissettirdikleri ile değerlendirdiğimizde, sanat ve sinema nihai amacını gerçekleştirmiş oluyor. Sizler de bu büyüleyici filmi izlemek, neleri başarabileceğinizi hatırlamak ve belki biraz olsun içinizdeki umutsuzluktan arınmak isterseniz, Pelin Esmer’in bu samimiyetiyle içinizi sıcacık yapacak filmine Tabii platformundan ulaşabilirsiniz. 






Yorum Yaz