Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
3 Kasım 1914 – 18 Mart 1915 tarihleri arasında Çanakkale Boğazı’nda yaşanan bir dizi deniz savaşlarıyla, Gelibolu yarımadasında 25 Nisan 1915-8/9 Ocak 1916 tarihleri arasında yapılan kara savaşları, tarihimizin belki de en şanlı ve hicranlı sayfalarını oluşturuyor.
Rus Çarı’nın, “Hasta Adam” diye nitelediği Osmanlı’nın “Geçilmez!” dediği bu “İlahî-metîn müstahkem” in ölümsüz destanını yazmak Mehmed Âkif’e nasip olmuştu.
El-Muazzam istasyonun arkasında, secdede, gözyaşıyla ıslanmış ve kumlanmış gözleri Eşref Sencer Kuşçubaşı’na bakarken, “Yarabbi, bu zaferin destanını yazmadan öldürme beni...” niyâzının kabul olunduğunu aldığı günün gecesi, çadırında, dışarıda sıfır derece ve kum fırtınası varken, zayıf kandilin ışığında yazmıştı destanı…
Sonunda, Çanakkale şehidine makber olarak, “Peygamber’in ağuşunu /kucağını” müjdeliyordu. “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi” diyordu.
Çanakkale dünde kalmadı. Bugün de ABD’nin, Birleşik Krallık'ın, özetle Batı dünyasının bilinçaltında sürüyor. Yakın bir tarihte, Beyaz Saray’daki bir toplantıda, Türkiye’yle ilgili askerî bir yaptırım görüşülürken, üst düzey bir istihbarat yetkilisinin, “iyi güzel de, Çanakkale’yi unutmayın!” diye uyarıda bulunduğu basına yansımıştı.
Çanakkale, Âkif’in o gerçekçi anlatımıyla, “taun mikrobunu dahi utandıracak” bir ortak Haçlı saldırısıydı. Yine Âkif’in nitelemesiyle, “İlahî serhad”e çarptı ve tuzbuz oldu. Onbinlerce canın kendini, kanını, canını tasadduk ettiği aziz bir toprak Çanakkale. İnsanlığın umut sınırı. Daha âdil, daha erdemli bir dünya için kanla çizilmiş bir umut resmi…
Edebiyatımıza yeterince yansıyamadı Çanakkale. Mehmed Niyâzî Özdemir üstadın o enfes romanı, Çanakkale Mahşeri, türünün en güzel olarak önümüzde duruyor. Nice nice romanlar, öyküler, piyesler, senaryolar yazılmalıydı, filmler çekilmeli, dizi filmler yapılmalıydı. Mehmed Akif’in destanı dışında pek güzel Çanakkale şiirleri vardır. Faruk Nafiz’in, Dağlarca’nın, Bülent Ecevit’in, Ziya Gökalp’in, Yavuz Bülent Bakiler’in, daha nicelerinin yazdığı Çanakkale şiirleri dışında beni en çok etkileyeni, bir Bektaşî üstadı olan Haşim Baba’nınkidir. Haşim Baba’nın 19 yaşındaki evladı Muhammed Ali Çanakkale’ye gider. Çok geçmeden şehadet haberi gelir. Üstad, bir ağıt söyler. Çanakkale şehitlerinin ve gazilerinin aziz hatırası önünde saygıyla eğilirken sizi enfes ağıtla baş başa bırakıyorum:
“Gelibolu önünde Arıburnu’nda
Al bayrak altında öldün mü yahu?
Besmeleyle varıp attın topunu
Düşmana korkuyu saldın mı yahu?
Bir sabah düşümde sûretin gördüm.
Şubenin önünde künyeni aldım.
Hasret çıbanına pençemi vurdum
Artık oralarda kaldın mı yahu?
Muhammet Ali’dir ismi oğlumun.
Şehitliğe koştu cismi oğlumun.
Bize yadigârdır resmi oğlumun.
Gözüme yaş diye geldin mi yahu?
Yarin mi çağırdı, koşarak gittin.
Şarkı söyleyerek, coşarak gittin.
Dağları, denizleri aşarak gittin.
Şehitlik sırrına erdin mi yahu?
İsrafil sûrudur hücum borusu.
Şehit olanların yoktur sorusu.
Diri bekliyorduk işin doğrusu
Kopmuş güller gibi soldun mu yahu?
Haşimî’nin de oğlu gitti, merhaba.
Akıtacak yaşlar bitti, merhaba.
Bu dert bizi deli etti, merhaba.
Vatana canını verdin mi yahu?”
Yorum Yaz