Gölge Varsa Işık da Var: 3. Yeditepe Bienali Üzerine Bir Yolculuk - 1

KÜLTÜR SANAT

Bu yıl üçüncüsü düzenlenen Yeditepe Bienali, “Gölge Varsa Işık da Var” başlığıyla, insanın varoluşu, yaratılış bilinci ve geleneksel el sanatlarının kadim ruhu arasında anlamlı bir köprü kurmaya çalıştı. Bienalin üç ana mekanı; Nuruosmaniye Mahzeni, Yedikule Zindanları ve Sirkeci Garı Ambarları, her biri kendi dinamiğiyle aynı temel soruyu farklı biçimlerde tartışmaya açtı: Görünene bakmak mı, yoksa hakikati aramak mı?

Işığın taşla, gölgenin su ile konuştuğu bir mahzen: Nuruosmaniye

Nuruosmaniye Camii Mahzeni, bienalin açık ara en derin, en etkileyici durağıydı. Mekanın doğası gereği taş duvarlar, sınırlı ışık, serinlik, sis neredeyse kendiliğinden bir düşünme alanı yaratıyordu. Burada sergilenen işler, izleyiciyle doğrudan bir iletişim kurmaktan kaçınarak, daha çok onu kendi gölgesine, kendi varoluşuna yönlendiriyordu.

Platon’un Mağara Alegorisi burada neredeyse somut bir gerçeklik haline geliyordu. Işığın azlığıyla duvarlara düşen gölgeler, izleyiciyi, gerçeklik zannettiği yansımalarla yüzleştiriyordu. Mahzendeki eserler, doğrudan doğruya bu alegoriyi hatırlatıyor: İnsan, karanlık bir mağarada zincire vurulmuşken yalnızca gölgeleri görür ve onları gerçek sanır. Ancak zincirlerini kırıp mağaranın dışına çıktığında hakiki ışığı -gerçeği- görmeye başlar.

Mahzendeki işlerin önemli bir kısmı, su, taş ve ışık ilişkisi üzerinden yaratılışı, zamanın döngüselliğini ve insanın küçük ama anlamlı yerini hatırlatıyordu. Geleneksel el sanatlarının sabrı ve ritmi burada soyut kavramlarla birleşmiş, mekana doğrudan sinmişti. Bu sessiz ve düşünsel yaklaşım, bienalin en güçlü anlarıydı diyebilirim.

Mekana girildiği andan itibaren hissedilen şey şu: Bu bienal, geleneksel el sanatlarının sadece biçimsel estetiğiyle değil, onların taşıdığı zaman anlayışıyla da ilgileniyor. Hat, çini, oyma, dokuma gibi sanatların gerisindeki ritim duygusu; burada farklı malzemelerle, farklı anlatı biçimleriyle yeniden kurularak izleyicinin karşısına çıkıyor. Ama bu karşılaşma doğrudan bir iletişim değil; daha çok dolaylı, daha çok sezgisel. Bazı işler sessiz, bazıları çarpıcı, bazıları yalnızca izleyicinin durup beklemesine bağlı olarak beliriyor ya da kayboluyor. Bazılarının önünde ise bir müddet duraksıyorsunuz. Kül Risalesi’nden sonra mahzenin üstündeki Nur’u Osmani’nin  harim bölümüne geçmiş oluyorsunuz. Biraz ilerleyince mahzenin tek ışık alan bölümündesiniz. Üstünüzde Nur’u Osmani; ışığın geldiği nokta kıble, ışığın ve gölgenin merkezindesiniz.

Yerleştirmeler boyunca mekanla kurulan ilişki çarpıcı. Eserler, mekanın üzerine konmuş nesneler değil; mekanın devamı, uzantısı, kimi zaman kırılması, kimi zaman aynadaki yansıması gibi duruyor. Özellikle suyla kurulan ilişki, klasik bir sembolizme düşmeden, doğrudan bir deneyime evriliyor. Bazı bölümlerde su, zemine ince bir tabaka olarak yayılırken, Su Yolu’nda olduğu gibi kimi alanlarda sesin taşıyıcısı oluyor; mekanın boşluğunu bir tür yankıya çeviriyor. Bu yönüyle bienalin bu durağı, yalnızca gözle değil, bedenle, yön duygusuyla ve belki de en çok ayakların altındaki zemine güvenerek deneyimleniyor.

Seyirciye nefes aldırmayan, sürekli düşünmeye çağıran işler 

Mekanın yapısal özellikleri –kavisli tavanlar, dar geçitler, taş duvarlar– işler tarafından abartılmadan, manipüle edilmeden ama tamamen dikkate alınarak kullanılmış. Bu da sergiyle yapı arasında gerilimli değil, uyumlu bir ilişki kurulmasını sağlamış. Ziyaretçi için ise bu uyum, yönünü bulma ya da kaybetme ikilemi arasında gidip gelen bir tecrübe yaratıyor. Bazı işlerin önünde durmak yetmiyor, etrafında dolaşmak, açısını değiştirmek, bazen geri çekilmek gerekiyor. “Hay” eserinde olduğu gibi küp içerisindeki lazer ışınları su ile buluşuyor. Elinizi uzatıyor ve lazeri kırıyorsunuz taş duvarlar üzerinde başka biçimler, gölgeler oluşuyor ve güçlü bir ışığa hükmetme hissi yaşıyorsunuz.

Öte yandan bazı işler, kavramsal çerçevenin yükünü fazlaca taşıyor. Işık ve gölge üzerinden kurulan düşünsel katman, kimi zaman fiziksel deneyimi bastırabiliyor. Seyirciye nefes aldırmayan, sürekli düşünmeye çağıran işler de var. Bu durum, izleyiciyle eser arasındaki iletişimi kimi anlarda mesafeli kılıyor. Oysa mahzenin doğası, daha yavaş, daha sezgisel bir ilişkiyi hak ediyor.

Sonuç olarak Nuruosmaniye Camii Mahzeni, bienalin en yoğun, en karmaşık ama belki de en düşünceyle temas eden mekanı.  Burada mekan bir fon değil, başlı başına bir anlatıcı. Işık sadece bir aydınlatıcı değil, bir engelleyici. İzleyici, buradan çıkarken en çok şunu fark ediyor: Görmek için sadece ışık yetmez; bazen karanlık da gerekir. Ve bazen, en anlamlı görüntü, sadece bir duvarda beliren silik bir yansımadır tıpkı “Gölge” eserinde olduğu gibi.

Bu sene üçüncüsü düzenlenen Yeditepe Bienalinde “gölge ve ışık” konusu bambaşka perspektiflerden işleniyor ve yöntem olarak önceki edisyonlardan farklı bir şekilde, çerçeveli eserlerden bilinçli şekilde uzaklaşıp, düşünceyi ve mekânı merkeze alan güçlü bir kurgu sunuyor. Geleneksel sanatların özündeki İslam felsefesi, sadece doğuyu değil, modern batı sanatının da görünmeyen temel taşlarından biri olduğunu yeniden hatırlatıyor. Bu bienal, modern kavramların ve geleneksel formların nasıl aynı anda var olabileceği, nasıl birbirini silmeden tamamlayabileceğini incelikle gösteriyor diyebilirim. 3. Yeditepe Bienalinde sanat, sadece gölgeyi kabullenmekle kalmadı; çağdaş sanatın evrensel sahnesine, gelenekten beslenen özgün bir ışık taşıdı.

Yorum Yaz