Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Küba’ya, ilk kez, Fit Cuba etkinlikleri kapsamında, dünyanın çeşitli ülkelerinden çağrılan gazeteci-televizyoncularla birlikte, 2009 yılında gitmiştim. O günden bu yana Küba’da, benim de öngöremediğim kimi değişimler oldu. ABD-Küba yakınlaşması ve buzların kısmen erimesinin bu denli hızlı gerçekleşeceğini sanmıyordum. Havana’ya ulaşıp da sokaklarda gezmeğe başladığımda, öncelikle, yarım yüzyılı aşkındır uygulanan Amerikan ambargosunun ve katı devletçiliğin yorgun ve yoksul düşürdüğü bir ülkenin, ekonomik bir çıkış yolu bulma umuduyla nasıl çırpındığına tanık oldum. ABD'nin ne türden toplumsal ve ekonomik sorunlara yol açtığını, insanlara nasıl acı çektirdiğini görmek istiyorsanız mutlaka Küba'ya gitmelisiniz. Küba'ya ilişkin makaleleri, gezi yazıları, söyleşileri ve bir kitabı bulunan Cüneyt Aksu'dan öğreniyoruz: 8 Kasım 2005, Karayipler'deki ada ülkesi Küba için oldukça önemli bir tarihti. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu'nda, 1992'den beri yapılagelen, "46 yıldır ABD tarafından Küba'ya uygulanan ekonomik, ticari ve mali ablukanın sonlandırılması" konulu toplantı ve oylama, 14. kez gerçekleşti. Bu oylamanın, yıllardır olduğu gibi, o yıl da hiçbir hukuki yaptırımı olamadı. Ancak BM Genel Kurulu'nda, her gün, 182 ülkenin ABD aleyhinde oy kullanmasının mümkün olamayacağı gerçeğinden yola çıkılarak, bu davanın haklılığının yeniden hatırlatılması ve bir karşı duruşun gösterilebilmesi için önemli bir fırsattı.
ABD, ekonomik ve siyasi sıkıştırmayı, devrimden sonra el konulan şirketleri yüzünden uğradığı sekiz milyar dolarlık zararla açıklıyor ama pek inandırıcı değil. Çünkü Küba'nın bu ablukadan dolayı şimdiye değin uğradığı zarar, seksen milyarı geçmiş. Tabii beni asıl ilgilendiren mesele, Amerikan propagandasının geniş ölçüde dünyada etkin ve yaygın oluşu. Fidel Castro'yu, halkını mutsuz eden acımasız bir diktatör olarak niteliyorlar. Oysa gündelik yaşamdan da görebiliyorsunuz, durum böyle değil. Devlet büyüklerinin resmi, fotoğrafı, heykeli, büstü yapılamıyor. Bu yönde bir yasa bile var. Castro'nun bir fotoğraf veya heykelini göremedik. Gezdiğimiz otellerin birinde, bir görevli, bir kartını verdi o kadar. İlerlemiş yaşına rağmen hâlâ makaleler yazıyor, dünyanın çeşitli dillerine çevriliyor, yayınlanıyor ve okunuyor, düşünceleri tartışılıyor. Halk Fidel'i seviyor.
'Küba benim!' diyen Che Guevera'dan söz etmemek olmaz. Zira modern zamanlarda düşünce-eylem bütünlüğünü yaşamında ısrarla korumuş bir adam Che. Eleştirilmesi gereken birçok yanı var. Ama zaaflarına rağmen böyle. Birkaç yıl önce, ülkemizin saygıdeğer hukukçularından biri, Küba seyahatinden ve izlenimlerinden söz etmişti: 'Fidel Castro, onurlu bir halkın, saygın bir lideri. Onun elini sıkarken gerçekten de saygıdeğer bir liderin elini sıktığımı hissettim. Amerika'nın ve etkisindeki ülkelerin sandığı ve anlattığı gibi değil Küba...'
İzlenimlerim de bunu doğruluyor. Kübalılarla bazı bakımlardan benzeşiyoruz. Samimi, sıcak, mütevazı insanlar. Yaşamları oldukça sade. Ekonomik ambargo ve aleyhte propaganda halkı çok yormuş. Belirttiğim gibi, devletçi uygulamalar da hem fakirleştirmiş hem de yılgın ve yorgun bir hale getirmiş. Turizm, Küba'nın gelirlerinin yüzde yetmişini oluşturuyor. Havana başta olmak üzre Varedero, Santa Clara, Santiago, Trinidat gibi bölgelerde üç, dört, beş yıldızlı büyük oteller inşa edilmiş. Dönüşte yolcu indirip bindirmek için indiğimiz bir adada da benzer bir yapılaşma ve turistik canlılık göze çarpıyor. Hatta sadece bu amaçla kullanılıyor ada, denilebilir.
İki farklı Küba var
Tabii iki farklı Küba var. Birisi, her türden lüksü barındıran ve sadece turistler için kurgulanmış bir hayat, diğeri yoksul, sade, alabildiğine yalın, durdurulmuş izlenimi verecek ölçüde sessiz, yavaş ve sakin bir yaşam. Marquez'in ve diğer Latin Amerika yazarlarının romanlarında mistik bir dille anlattığı gibi gizemli bir hayat. Bu iki Küba'nın özellikle ikinci katmanını oluşturan insanları arasında zaman zaman dolaşma, sohbet etme imkanı bulduk. Ana caddeden bir sokağa saptığınızda birden farklı bir zamana girer gibi oluyorsunuz. 'Taksi' denilen motosikletten mamul basit araçlar ('koko taksi' diyorlar), fayton arabaları, otuzlu, kırklı, ellili yıllardan kalma eski model Amerikan arabaları, Rus otomobilleri, diğer sosyalist ülkelerin araçları... Binalar bakımsız, hava alabildiğine sıcak, sokaklar bizim Dolapdere'nin arka sokaklarını andırır bir cümbüş içinde. Metin Kaçan'ın Ağır Roman'ının çekimleri için kurulmuş platolara benziyor.
Küba'nın bir dönem Türkiye büyükelçisi olan Ernesto Gomez Abascal aynı zamanda bir yazar. Havana'da Türk Tutkusu 1898'i, Everest; Bağdat Görevi'ni ise NK okura sunmuştu. İlki, 1989'da Sultan Abdulhamit'in Küba'ya gönderdiği Yaver Ahmet Paşa'nın öyküsü. Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'dan Havana'ya uzanan bu yolculuğunda Yaver Ahmet Paşa, hem birbirinden çok uzaktaki iki farklı ülkeyi izliyor, hem de aşkın ve inancın dünyanın bütün coğrafyalarında nasıl aynı şekilde yaşandığına tanıklık ediyor. Havana'da Türk Tutkusu, 1898, tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış önemli ve ilginç bir olayın konu alındığı, su gibi akan bir roman...
ABD'nin Irak'ı işgal savaşını başlatmasından beş buçuk ay önce Küba'nın Irak büyükelçiliği görevine başlayan Ernesto Gomez Abascal, Bağdat Görevi'nde ise savaş öncesindeki gelişmeleri, savaşın ilk dönemini ve işgalin ilk günlerini, Bağdat'taki ve Irak'ın diğer önemli kentlerindeki tanıklıklarına dayanarak anlatıyor. Irak, savaşa nasıl hazırlanmıştı? İşgalden önce Şiilerin yoğun olduğu bölgelerin durumu neydi? Hava saldırıları başladıktan sonra neler yaşandı? ABD askerlerinin Bağdat'a girdiği ilk günlerde neler oldu? Neredeyse tüm ülkeler elçiliklerini kapatırken, merkezi otorite yıkılana kadar Bağdat'ı terk etmeyen Küba büyükelçisi ve dört görev arkadaşının başından neler geçti?
Bu kitapta yalnızca tanıklıklar değil, aynı zamanda emperyalist yalanların ve Abascal'ın "neofaşist" olarak nitelendirdiği ABD politikalarının çözümlemesi ve teşhiri var. Yine Cüneyt Göksu bize, Abascal'ın dilinden ilginç bir bilgi veriyor: 'Karayipler'in bu adası, Pakistan'daki depreme 400 civarında doktor ve sağlık personeli göndermişti; bu sayı uluslararası topluluk tarafından gönderilen doktor sayısından çok daha fazla. Pakistan'a giden doktorları taşıyan uçaklar, İstanbul'dan transit geçiş yapmış; bu insani yardıma, ülkemiz de hava sahasını açarak, kolaylık sağlamıştır. Toplantının yapıldığı tarih itibarıyla, 7. uçak Küba'dan gelerek, İstanbul üzerinden Pakistan'a geçmiş, doktor sayısı 700'e, yapılan cerrahi müdahale 2000'e ulaşmıştı. Ambargonun hayatı zorlaştıran şartlarına rağmen, Küba yıllardır özellikle Afrika ve Latin Amerika olmak üzere, Üçüncü Dünya ülkelerine, para almaksızın çalışmak üzere, binlerce doktor göndermekten de geri kalmıyor...'
Abascal, 2011 Mayıs’ında şöyle diyordu : “İstanbul’da Nazım’ın akrabalarıyla da görüşerek açıklığa kavuşturmaya çalıştığım bir sır. Bir Türk profesörün yakın tarihlerde beni haberdar ettiği ve Osmanlı arşivlerinde bulunan şifreli mesajlarla teyit ettiğimiz bu olay, o tarihlere kadar Türkiye’de bilinmiyordu. Nazım bazı şiirlerinde bir paşanın torunu olduğuna değinmekteydi. Sultan II. Abdülhamit’in yaveri olan Nazım’ın dedesi Temmuz 1898’de, William Rufus Shafter tarafından yönetilen ve Santiago de Cuba yakınlarında çıkarma yapan yanki birliklerine dahil olan yabancı askeri ataşe grubunun parçası olarak Küba’ya seyahat etti. California, Stanford Üniversitesinde arşivlenen ABD’li generalin anılarında, Türk askeri yetkilisine verdiği yanıta rastlanmaktadır “Size çarpışmaların ön cephelerine gelmenizi önermiyorum, çünkü orada yabancı gözlemciler için pek olumlu koşullar yok, ama ısrar ederseniz, yarın sabah sizi getirmesi için atlı bir elçi göndereceğim”. Nazım’ın dedesinin 25 gün kadar sonra New York’tan İstanbul’a gönderdiği bir sonraki mesajda “Küba’da uğradığım ağır yaralanmadan toparlanarak ve kendimi oradaki korkunç durumdan kurtararak bu şehre ulaştım” diye bildirir. Nazım bu kadar alakalı, o anda ziyaret etmekte olduğu Küba ile dedesini ilişkilendiren bu olayı bilmiyor muydu? Şairin bu olaydan ne Küba’da ne de Türkiye’de bahsettiğine dair haberler bulunmamaktadır. Bunu bilmiyor olması mümkündür, ama aynı zamanda, dedesinin gözlemci olarak da olsa 1898’de ülkemizi işgal eden yanki birliklerinin çıkarmasında yer aldığını söylemekten acı duymuş olması da olasıdır.
Bu da aydınlatılmayı bekleyen bir başka sırdır.”
Hasılı Küba, bize, Avrupa veya Amerika merkezli bir dünya algısının, çıkarlarıyla köktenci biçimde çatışıldığı zaman ne türden sonuçlara yol açacağını gösteren çarpıcı bir örnek.
Soru ise şu : Küba da, vahşî kapitalizme teslim olacak mı?
Yorum Yaz